Örgütlü Toplum Demokratik Türkiye

ARZU ÇERKEZOĞLU

Temel insan haklarından birisi olan örgütlenme özgürlüğü, bir ülkedeki demokrasinin düzeyini gösteren barometre işlevi görür. Bir ülkenin yurttaşları ne kadar örgütlü ise o ülke o kadar demokratiktir. İşçilerin, emekçilerin, emeklilerin, kadınların, gençlerin, kısacası halkın örgütlülük seviyesinin düşük olduğu, örgütlenme hakkının sistematik olarak yok edildiği bir ülkede demokrasiden söz edilemez.

Bir medeni ve siyasi hak olarak örgütlenme özgürlüğü, yurttaşların kendi yaşamları üzerinde söz ve karar sahibi olabilmesi ve siyasete müdahalesini sağlar. Ekonomik ve sosyal bir hak olarak örgütlenme özgürlüğü de ortak çıkarları etrafında bir araya gelen kesimlerin haklarını korumalarına ve geliştirilmelerine olanak sağlar.

Teoride böyle yazılır ama pratikte işlerin değiştiği, özellikle kapitalizmin son 50 yılında fazlasıyla görülmüştür. Sermayenin en azılı, en saldırgan yönetim biçimi olarak kurulan neoliberalizmin ilk hedefi hayatın her alanında örgütlenme hakkı oldu. 1970’ler ile beraber başta sendikalar olmak üzere işçi sınıfının örgütlerini dağıtmak veya zayıflatmak için küresel bir saldırı yürütüldü. Devasa bir işçileşme dalgasına, güvencesizlik ve işçi sınıfının parçalanması eşlik etti.

Neoliberal dönüşümün mimarları bu örgütsüzleştirme atağının zorunlu olduğunu düşünüyordu. Çünkü kapitalizmin tarihinde, emek gücünü/yaratıcı gücünü arz ederek yaşamını sürdürenlerin örgütlendiği, birlik olduğu her an kazanımlar elde ettiği görülmüştü. Tam da bu nedenle, işçileşen devasa bir kitlenin  tek tek bireyler, tek tek emek gücü satıcıları olarak piyasaya fırlatılıp atıldıkları, atomize oldukları bir düzen inşa edilmek istendi ve büyük ölçüde bu süreç tamamlandı.

Bu örgütsüzleştirme süreci Türkiye’de de 24 Ocak 1980 ekonomik kararları ve bu kararların hayata geçirilmesi için tezgahlanan 12 Eylül 1980 askeri darbesi ile başlatıldı. Emeğe karşı bir sermaye darbesi olan 12 Eylül ile DİSK’in faaliyetleri durduruldu, yöneticileri hapse atıldı ve işçi sınıfı başta olmak üzere bir bütün olarak halkın örgütlü gücü yok edilmek istendi. Darbenin ardından yaşama geçirilen neoliberal politikalar ve örgütlenmenin önüne konan engellerle, Türkiye işçi sınıfının  bir daha hiç örgütlü olmaması teminat altına alınmak istendi. Bu kapsamda sendikaların önüne barajlar, karmaşık bir yetki sistemi ve grev yasakları çıkarıldı. Neoliberal Türkiye’de her şey ama her şey işçi sınıfının örgütlenmesini engellemek üzerine kuruldu.

Bu örgütsüzleştirme sürecine, büyük bir işçileşme dalgası eşlik etti ve her dört kişiden üçü ücret gelirleriyle yaşamını sürdürürken, sendikal örgütlenme başta olmak üzere hiç bir hakkının hukukun olmadığı bugünün Türkiye’si adım adım inşa edildi. Neoliberal örgütsüzleştirme saldırısı özellikle AKP döneminde hız kazandı ve Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu’nun Küresel İşçi Hakları endeksinde ülkemiz dünyada işçilerin haklarının en kötü olduğu 10 ülke arasına girdi.

 Bugün 14 milyonu aşan sayıda işçi, yani kayıtlı işçilerin yüzde 90’ı herhangi bir sendikal korumaya sahip değil. 15 milyonu aşan işçi nüfusunun yüzde 92’si ise Toplu İş Sözleşmesi hakkı başta olmak üzere sendikal haklarını kullanamıyor. Kayıtlı işçiler için hesaplanan bu oranlar, kayıtdışı işçileri de hesaba kattığımızda daha da ağır bir tablo ortaya koyuyor.

Bu tablo bilinçli bir politik tercih olarak yaratıldı. Barajlar, yetki mekanizmaları, mevzuatlar, mahkemeler ve zor aygıtları, bu ülkede her şey ama her şey işçilerin sendikalaşmasını önlemek üzerine kuruldu. Ülkemizde sendikalı olmak işten çıkartılmak demek iken pandemi ile beraber bu durum daha da pekişti. Sendikalı olma iradesini ortaya koyan işçiler, sendikalara üye olanlar işten çıkarma yasaklarının olduğu pandemi süresince Kod-29 ile işten çıkarıldı. Sadece 2020 yılında 177 bin işçi “ahlak ve iyi niyet” kurallarını ihlal ettikleri gibi  düzmece gerekçelerle, sadece işveren beyanıyla, kıdem tazminatı ve ihbar tazminatı bile alamadan işten çıkarıldı. Örgütlenme hakkına yönelik saldırılara Kod-29 zulmü eklenirken, siyasi iktidar bu vicdansızlığa karşı hiçbir önlem almayarak açıkça bu kıyıma yol verdi.

Yine AKP iktidarı döneminde 200 binin üzerinde işçinin grevi erteleme adı altında yasaklandı. Üstelik ülkemizin Cumhurbaşkanı  Anayasal bir hak olan grevleri yasaklamayı yerli ve yabancı sermaye temsilcilerine canlı yayınlarda övüne övüne anlattı, onlardan alkış aldı. Sadece grev hakkının değil salon toplantılarından yürüyüşlere, imza toplamaktan mahkemede hakkını savunmaya kadar her türlü demokratik hak arayışının keyfi biçimde kısıtlandığı ve engellendiği bir ülke, bu alkışlar arasında adım adım inşa edildi.

Bugün Cumhur’un büyük çoğunluğunun, neredeyse dörtte üçünün emek gücünü satarak yaşamını sürdürdüğü ülkemizde, bu dörtte üçün örgütlenmesini yasal ve fiili yollarla engelleyenler belki bugün kar oranlarını korudukları için mutlu olabilirler. Ancak dörtte üçün, emeğine, geleceğine, ülkesine örgütlü biçimde sahip çıkamadığı, sahip çıkmasının engellendiği bir ülkede, nasıl tehlikeli bir gelecek inşasına el verdiklerini de tarih mutlaka değerlendirecektir.

Örgütlenme özgürlüğünün olmadığı bir ülkede demokrasinin var olması zaten mümkün değildir. Her zaman dediğimiz gibi emeğin haklarının olmadığı yerde demokrasi olmaz, demokrasinin olmadığı yerde de emeğin haklarından bahsedilemez.  Nüfus içerisindeki payı büyük bir çoğunluğa ulaşan ücretlilerin örgütlülüğü ve hak arama yollarının açıklığı, yaşanabilir ve demokratik bir ülkenin olmazsa olmazıdır.

İşçilerin, emekçilerin  çalışma ve yaşam koşullarını geriletecek biçimde, öncelikle örgütlülüklerini engellemeye, dağıtmaya yönelik neoliberal yaklaşımın ülkemizde ve dünyada ağır ekonomik, toplumsal sonuçları olduğu kadar politik sonuçları da olmuştur. Tüm dünyada demokratik kazanımların gerileyerek, otoriter, baskıcı, ayrımcı iktidarların yükselişinin temelinde, emeğin örgütlenmesinin engellenmesine dayalı politikalar vardır.Her yerde ve her tarihsel dönemde  sendikalar başta olmak üzere emeğin örgütlü gücü zayıfladıkça, demokrasi de gerilemiştir.

Artık insanlık bu cendereden, neoliberal politikardan ve her krizle karşılaştığında masaları devirerek tüm toplumsal sözleşmeleri yok eden sermaye distopyasından kurtulmalıdır. Uluslararası Sendikalar Konfederasyonu dünyada yeni bir toplumsal sözleşmenin zorunluluğundan söz etmektedir.

Yeni bir toplumsal sözleşmenin belki de ilk maddesi işçi sınıfının sendikal örgütlenmesi başta olmak üzere “örgütlenme özgürlüğü” olmalıdır. Çünkü işçi sınıfının ve  toplumun büyük çoğunluğunun örgütlü olarak hakkını arayamadığı, eşitsiz güç ilişkilerine mahkum edildiği koşullarda aydınlık bir gelecek olmaz.

Ülkemizde de, özellikle son yıllarda çok daha ağır biçimlerde tahrip edilen demokrasiyi yeniden inşa etmek için yapılması gereken ilk iş örgütlenme özgürlüğünü teminat alına almaktır. Bu nedenle sendikal örgütlenmenin önündeki işyeri-işkolu barajı başta olmak üzere tüm hukuki ve fiili engeller kaldırılmalı, grev yasaklarına son verilmeli, ILO sözleşmeleri/tavsiyeleri başta olmak üzere evrensel standartlara uygun biçimde grev hakkı yeninden tanımlanmalı, özgür toplu sözleşme düzeni kayıtsız şartsız, istisnasız tüm çalışanlara bir hak olarak tanınmalıdır. 

Unutmayalım. Demokrasi bize hediye olarak verilmeyecek, gökten zembil ile inmeyecek. Demokrasi “diş ile tırnak ile, umut ile sevda ile düş ile”, yani mücadeleyle inşa edilecek ve korunacak. Güçlü bir  demokrasi örgütlü bir toplumla, örgütlü işçi sınıfıyla mümkün olacak.   

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: