İkinci Yüzyıl’a Girerken Türkiye’nin Hukuk Devleti Krizi ve Kimi Çözüm Önerileri

Hukuk devleti, en yaygın tanımıyla, yalnızca yönetilenlerin değil, yönetenlerin de hukukla bağlı olduğu ve yargı denetimine tabi olduğu devlet demek. Hukuk devletini, hukuki güvenlik ilkesi üzerinden tanımlamak da olanaklı. Bu açıdan bakıldığında hukuk devleti, egemenliği altında bulunanlara hukuk güvenliği sağlayan devlettir. Özetle bir devlet, yurttaş, yabancı, yurtsuz ayrımı yapmaksızın dokunduğu herkese hukuk güvenliği sağlıyorsa, o devlette hukuk yalnızca yönetilenler için değil yönetenler için de geçerli ve bağlayıcıysa, yönetenlerin işlem ve eylemleri bağımsız yargı tarafından denetlenebiliyor ve bu yolla hukuka aykırılıklar ortadan kaldırılıyor, bu işlem ve eylemler nedeniyle zarar görenlerin zararları tazmin ediliyorsa o devlet hukuk devletidir.
TÜRKİYE’NİN YAPISAL SORUNU: HUKUK DEVLETİ
Türkiye’nin hukuk devleti karnesinin hiçbir zaman pek parlak olmadığını söylemek yanlış olmaz. Bir başka deyişle Türkiye’nin neredeyse her zaman bir hukuk devleti sorunu olmuştur. Hukuk devleti konusunda en büyük atılımın gerçekleştiği 1961 Anayasası döneminde bile yönetenler zaman zaman hukukun arkasından dolanmanın yollarını aramışlar, mahkeme kararlarını uygulamamaya çalışmışlardır. 1961 Anayasasının öngördüğü güçlü kurumsal güvenceler dolayısıyla bu arayışın başarılı sonuç vermediği durumda da, askeri müdahaleler devreye girmiştir. Önce 12 Mart ile 1961 Anayasasının getirdiği güvenceler törpülenmeye çalışılmıştır. Ardından 12 Eylül vurucu darbeyi indirmiştir. 12 Eylül ve onun ürünü olan 1982 Anayasası ile Türkiye’de yargının örgütlenme ve işleyişi üzerinde yürütmenin gölgesinin/etkisinin bulunduğu bir düzenek oluşturulması hedeflenmiş, ayrıca azımsanmayacak ölçüde geniş bir “yargı denetimi dışı alan” yaratılmıştır.
SORUNUN KRİZE DÖNÜŞMESİ: 16 NİSAN ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ
Hukuk devleti, 1982 Anayasası dönemi boyunca Türkiye’nin en ciddi sorunlarından biri olmaya devam etmiştir. 12 Eylül’ün erkler dengesinde yürütmeyi, yürütme içinde de Cumhurbaşkanını güçlendirme eğilimini en uç noktaya taşıyan 16 Nisan 2017 anayasa değişikliği ise, deyim yerindeyse, tabuta son çiviyi çakmıştır. Değişikliği hazırlayanlarca “Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi” olarak adlandırılan, bu yönetim modelinin temel kurgusu, her türlü denge ve denetimden bağışık bir başkanın tüm sistem üzerinde tam egemenliğidir. Başkanlık sisteminin yozlaşmış bir türü olan bu yeni sistemle birlikte, Cumhuriyet’in ikinci yüzyılına girerken Türkiye’de hukuk devleti sorunu artık bir hukuk devleti krizine dönüşmüş durumdadır.
KRİZİN BAŞLICA GÖRÜNÜM BİÇİMLERİ VE ÇÖZÜM ÖNERİLERİ
Türkiye’nin hukuk devleti krizi gerek anayasal/yasal ve kurumsal düzlemde gerekse uygulamada çeşitli biçimlerle kendini ortaya koymaktadır. Kuşkusuz bu kısa yazıda bunların tümüne değinme olanağı yoktur. Yine de başlıcalarına kısaca da olsa yer vermek, bir başka deyişle durum saptaması yapmak, krize yönelik olarak geliştirilecek çözüm önerileri bakımından da önem taşımaktadır. Türkiye’de gerçek bir hukuk devletinin kurulabilmesi için acilen atılması gereken adımlar şöyle özetlenebilir:
1) HUKUK DEVLETİ KRİZİNİN ODAĞINDAKİ KURUM OLAN HÂKİMLER VE SAVCILAR KURULU LAĞVEDİLMELİ, YERİNE TOPLUMUN ADALET ARAYIŞINA YANIT VEREN BİR “ADALET YÜKSEK KURULU” OLUŞTURULMALIDIR.
Anayasal/yasal ve kurumsal düzlem bakımından değinilmesi gereken ilk husus, yukarıda da vurgulandığı gibi, hukuk devleti krizinin Türkiye’nin 16 Nisan anayasa değişikliğiyle kabul ettiği yeni hükümet sistemiyle doğrudan bağlantılı olduğudur. Bu çerçevede, 16 Nisan ile kabul edilen sistemin, yalnızca yasama ve yürütmeyi değil yargıyı da yeniden yapılandırılan Hâkimler ve Savcılar Kurulu (HSK) üzerinden yürütmeye/Cumhurbaşkanına bağımlı hale getirdiği belirtilmelidir. Bu yeni sistemde, HSK’nin “kürsü”yü temsil eden dört birinci sınıf yargıç ve savcı üyesini Cumhurbaşkanı; yüksek yargıyı temsil eden üç Yargıtay, bir Danıştay mensubu üyesini ise TBMM doğrudan seçmektedir. Öte yandan, görünüşte HSK’nin üyelerinin çoğunluğunu TBMM seçiyor olsa da, 16 Nisan paketinin başka pek çok düzenlemesinde olduğu gibi, burada da görünüş ve uygulamada ortaya çıkacak gerçek farklıdır. Anayasanın ilgili hükmüne göre (m. 159) 13 üyeli HSK’nin 7 üyesi TBMM tarafından seçilmekte, 4 üye ise Cumhurbaşkanı tarafından atanmaktadır. Bu atamalarda, başkanlık sistemlerinin bir çoğundan farklı olarak, yasama onayı da öngörülmemiştir. Değişikliğe karşın Kurul üyesi olarak bırakılan Adalet Bakanını ve Bakanlık müsteşarını (son yasal değişikliklerden sonra Bakan Yardımcısını) da Cumhurbaşkanının atadığı da unutulmamalıdır. Bu durumda Cumhurbaşkanına 6, TBMM’ye 7 üyelik bırakıldığı; ancak çoğunluğun simgesel de olsa TBMM’de olduğu düşünülebilir. Ancak, sistemin Cumhurbaşkanının TBMM’ye de hâkim olması düşüncesi üzerine kurulduğu da göz önünde bulundurulmalıdır. Bu, Cumhurbaşkanının HSK üzerindeki ağırlığının çok daha fazla olacağını göstermektedir. Nitekim uygulamada da böyle olmuş ve HSK’nin tüm üyeleri iktidar bloğunu oluşturan iki parti tarafından seçilmiştir.
HSK’nin görev ve yetkilerinin gözden geçirilmesi, Kurul üzerinden Cumhurbaşkanının yargı üzerinde nasıl bir egemenlik kurduğunu göstermesi bakımından anlamlıdır. Bu görev ve yetkiler şunlardır: Adlî ve idarî yargı yargıç ve savcılarını mesleğe kabul etme; atama ve nakletme; geçici yetki verme; yükselme ve birinci sınıfa ayırma, kadro dağıtma; haklarında inceleme ve soruşturma işlemleri yapma, görevden uzaklaştırma işlemlerini yapma, disiplin cezası verme, meslekte kalmaları uygun görülmeyenler hakkında karar verme; Adalet Bakanlığı’nın bir mahkemenin veya bir yargıcın veya savcının kadrosunun kaldırılması veya bir mahkemenin yargı çevresinin değiştirilmesi konusundaki tekliflerini karara bağlama; Yargıtay üyelerinin tamamını ve Danıştay üyelerinin dörtte üçünü seçme.
Görüldüğü gibi, hukuk devleti krizinin odağında yargı kurulu bulunmaktadır. Bu nedenle Türkiye’nin gerçek bir hukuk devletine dönüştürülmesinin ilk koşulu kurulun uluslararası ölçütler gözetilerek yeniden yapılandırılmasıdır. Bu çerçevede HSK lağvedilmeli, toplumun adalet arayışına yanıt verecek biçimde “Adalet Yüksek Kurulu” olarak adlandırılacak yeni bir yapı oluşturulmalıdır. Adalet Yüksek Kurulu, yargı mensuplarının özlük işlerinden yargının örgütlenmesi, işleyişi ve etkinliğine dek yargı alanındaki her konuda en geniş yetkiye sahip kurum olmalıdır. Bu kurul karma yapılı olarak örgütlenmeli; kurulun yargıç-savcı üyeleri yargı mensuplarının kendi aralarında yapacakları seçimle, yargıç-savcı olmayan üyeleri ise TBMM tarafından, nitelikli çoğunluk, adayların özel bir komisyon tarafından dinlenmesi gibi, çoğulculuğu ve açıklığı güvence altına alacak yöntemlerle seçilmelidir. Açıklığın ve hesap verebilirliğin gereği olarak, Kurulun tüm kararlarının yargı denetimine açık olması da önem taşımaktadır.
2) YARGI MENSUPLARININ ADAYLIĞA KABULÜ AŞAMASINDAKİ MÜLAKAT YÖNTEMİ KALDIRILMALI, YERİNE NESNEL VE DENETLENEBİLİR BİR SÖZLÜ SINAV GETİRİLMELİDİR.
Yargı mensuplarının adaylığa kabulü aşamasındaki mülakat yöntemi de, üzerinde mutlaka durulması gereken hususlardandır. Bu çerçevede, 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa göre (m.9), her yıl alınacak aday sayısı Adalet Bakanlığı tarafından belirlenmekte, adaylığa kabul aşamasında yapılan mülakat kurulunda ağırlıklı olarak Adalet Bakanlığı bürokratları yer almaktadır. Mülakatların nesnelliği ve denetlenebilirliği de tartışmalıdır. Bu nedenle mülakat yöntemi kalıdırılmalı, yazılı sınavın ardından adayların, muhakeme ve iletişim yeteneklerini gerçek anlamda ölçebilecek bir sözlü sınav getirilmelidir. Nesnellik ve açıklığı sağlayabilmek için, bu sınavda önceden belirlenmiş soruların kurayla çekilmesi, sınavın sesli ve görüntülü olarak kayda alınması gibi yöntemler uygulanmalıdır. Adaylığa kabul aşamasında da yetkili olan kurum, Adalet Bakanlığı değil Adalet Yüksek Kurulu olmalıdır.
3) YARGIDAKİ LİYAKAT SORUNUNU AŞMAK İÇİN EĞİTİME ÖNEM VERİLMELİ, MESLEK İÇİ EĞİTİMLERE KATILMAK VE EĞİTİM SONUNDA YAPILACAK SINAVLARDA BAŞARILI OLMAK YÜKSELME KOŞULLARI ARASINDA KABUL EDİLMELİDİR
Günümüz Türkiyesi’nde yargının en temel sorunlarından biri de liyakat sorunudur. Bu sorunla mesleğe yeni kabul edilen yargı mensuplarından, yüksek mahkemelere seçilenlere/atananlara değin her aşamada karşılaşılmaktadır. Bu nedenle meslek öncesi ve meslek içi eğitimlere büyük önem verilmelidir. Bu eğitimlerin örgütlenmesi ve işleyişi de günümüzde olduğu gibi yürütmeye bağlı bir görünüm sergileyen kurumlara değil, kurumsal ve mali özerkliğe sahip Adalet Yüksek Kuruluna bırakılmalıdır. Öte yandan meslek içi eğitimlere katılmak ve bu eğitimler sonunda yapılacak sınavlarda başarılı olmak yükselme koşulları arasında kabul edilmelidir.
4) YARGI DENETİMİ DIŞI ALAN BIRAKILMAMALI, YÖNETİMİN TÜM İŞLEM VE EYLEMLERİNE KARŞI YARGI YOLU AÇILMALIDIR
1982 Anayasası, yukarıda da belirtildiği gibi, geniş bir “denetim dışı alan” oluşturmuştur. 2010 anayasa değişikliğinde kimi işlemler bakımından düzenlemeler yapılsa da bunlar özü itibariyle korunmuştur. 2017 anayasa değişikliğinde ise, şaşırtıcı olamayacak biçimde bu alana hiç el atılmamıştır. Oysa, yargı denetimi hukuk devletinin özüdür. Bir devletin egemenliği altındaki tüm bireylere hukuk güvenliği sağlaması ancak yargı denetimiyle olanaklı olabilir. Bu nedenle yönetimin hiçbir eylem ve işleminin yargı denetiminden kaçırılmaması esastır. 1982 Anayasası ile yargı denetimine çıkarılmış geniş bir alan vardır. Bu konu titizlikle gözden geçirilmeli, Yüksek Askeri Şûra’nın, Adalet Yüksek Kurulu’nun, Yüksek Seçim Kurulu’nun kararlarına karşı yargı yolu açılmalıdır. 1982 Anayasası’nın denetim dışı bıraktığı, kriz dönemlerinde çıkarılan kararnamelere karşı da Anayasa Mahkemesi’ne başvurulması olanağı tanınmalıdır.
5) YARGININ SAV-SAVUNMA-KARAR ÜÇLÜSÜNDEN OLUŞTUĞU GERÇEĞİ ANAYASAL DÜZEYDE DE VURGULANMALI, BAROLARIN VE TÜRKİYE BAROLAR BİRLİĞİNİN OLUŞUMUNDA SAVUNMANIN BAĞIMSIZLIĞI ESASI GÖZETİLMELİDİR
Yargılama, özünde sav-savunma-karar üçlüsünün ortak etkinliği sonucunda adalete ulaşma çabasıdır. Bu açıdan bakıldığında, avukatlar ve onların meslek örgütü olan barolar, yargı işlevinin yerine getirilmesinde kilit bir öneme sahiptir. Öte yandan Türkiye’de son dönemde baroları ve Türkiye Barolar Birliğini de siyasal iktidarın güdümü altına sokma çabaları yoğun biçimde gözlenmektedir. Üstelik, bu basit bir arayıştan ibaret olarak da kalmamış, 11.07.2020 günlü ve 7249 numaralı “Avukatlık Kanunu İle Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun”la uygulamaya konulması da hedeflenmiştir. Bu yasayla, 1136 sayılı Avukatlık Kanunun kimi hükümleri değiştirilmiş ve bir ilde birden fazla baro kurulabilmesi olanağı getirilmiştir. Öte yandan barolarca TBB Genel Kuruluna gönderilecek delege sayısına ilişkin esaslarda da değişiklik yapılmış, Genel Kurul’da en çok üyeye sahip barolar aleyhine ve daha az sayıda üyesi olan barolar lehine eşitsiz bir temsil olanağı yaratılmıştır. Avukatlık Kanununda yapılan bu değişiklikler mutlaka geri alınmalıdır. Ayrıca, savunmanın yargının kurucu öğelerinden olduğu Anayasada açıkça hüküm altına alınmalıdır. Anayasada Baroların ve Türkiye Barolar Birliğinin oluşumunun ve çalışma usullerinin, savunmanın bağımsızlığı esası gözetilerek yasayla düzenleneceği belirtilmeli; yasanın Türkiye Barolar Birliği’nin oluşumuna baroların temsil ettikleri üye sayısıyla orantılı biçimde katılmalarını güvence altına alacağı da vurgulanmalıdır.
SON SÖZ: HUKUK DEVLETİNİN GERÇEK GÜVENCESİ HUKUKA SAYGILI VE DENETİMİ İÇİNE SİNDİREBİLMİŞ BİR YÖNETİM
Bu kısa yazıda, Türkiye’nin hukuk devleti krizi çeşitli açılardan ortaya konulmaya ve bu konuda geliştirilebilecek kimi çözüm önerilerine yer verildi. Ancak bu anayasal/yasal ve kurumsal güvencelerin bir dereceye kadar etkili da unutulmamalıdır. Hukuk devletinin gerçek güvencesinin, hukuka saygılı, hukuk devletinin temel ilkelerini ve yargı denetimini içine sindirebilmiş bir yönetim olduğu belirtilmelidir.