SHP Eski Genel Başkanı Murat Karayalçın: Kürt Sorunu Üniter Devlet Yapısında Çözülür!
Kürt meselesi ile ilgili olarak Başbakan Yardımcılığı, Ankara Belediye
Başkanlığı, SHP Genel Başkanlığı ve CHP milletvekilliği yapan Murat Karayalçın ile Yunus Emre ve Düzgün Arslantaş konuştu.

Yunus Emre: Bu bölümde konuğumuz eski Genel Başkanımız Sayın Murat Karayalçın. Bir genel değerlendirme ile başlayabilir miyiz? Siz hükümet sorumluluğu da aldınız. Kürt meselesini nasıl düşünmek lazım? Türkiye’de barış, huzur iklimi bakımından niye önemli bu sorun? Ama daha çok konuşmak istediğimiz şu; Türkiye’nin idari yapılanması ve Türkiye’de devlet toplum ilişkileri bakımından bu sorunun önemi nedir? Sizin özel tecrübeniz de var, yerel yönetim, yerinden yönetim konuları, dünya deneyimleri, Türkiye’nin bir idari reform yapması bu meseleyle ilgili midir?
Sayın Genel Başkanım, çok önemli bir mesele Kürt meselesi ve çok önemli tarihsel boyutları var. Yani 19’uncu asrın birinci çeyreğine, ikinci çeyreğine kadar uzanan bir tarihi var ve Osmanlı Tarihi’nin son dönemi için de Cumhuriyet tarihi için de çok kritik bir konu. Bugün de biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak Türkiye’de barış, huzur konularını düşündüğümüzde önümüzde bulunan bir ciddi mesele. Özetle ilk olarak bu meselenin tarihselliği ve güncelliği hakkındaki genel değerlendirmelerinizi sorarak başlamak istiyorum.
KÜRT SORUNU BİR YURTTAŞLIK SORUNUDUR
Murat Karayalçın: Evet, ben Kürt sorununu çok genel olarak bir yurttaşlık sorunu olarak görüyorum. Yurttaşlarımızın bir bölümü içinde yaşamakta olduğumuz idari, siyasi sistemi kendileri açısından, kendi kültürleri açısından ya da yaşam tarzları açısından yeterli bulmuyorlar, bir değişiklik talebini seslendiriyorlar. Eğer yurttaşlarımızın bir bölümünün böyle bir talebi varsa, bir rahatsızlık yaşıyorlarsa, ona dayalı olarak bir talepte bulunuyorlarsa, ‘‘Böyle bir sorunum var benim” diyorlarsa bu sorun yalnızca o yurttaşlarımızın değil hepimizin sorunudur. O nedenle bunu ben bizim ulus olarak, toplum olarak en temel sorunumuz olarak görüyorum. Çok sayıda sorunumuz var ama Kürt sorunu bana göre bunların başında geliyor, bunların tümünden önce geliyor.
“Bu sorunu nasıl çözeceğiz” sorusunu yanıtlarken hiç kuşkusuz tarihi perspektifte bir değerlendirme de yapılabilmeli. Zaman zaman önem kazanan, zaman zaman ağırlık kazanan, zaman zaman silahlı çatışmalara yol açan, bunların olmadığı dönemlerde de sıcaklığını koruyan, yine de değişik şekillerde koruyan bir sorun bu. Bu coğrafyanın, bu toplumun bir sorunu.
Tarihçiler, Osmanlı’nın eyalet sisteminden vilayet sistemine geçişi ile birlikte bu sorunun öne çıkmaya başladığını söylüyorlar. Eyalet siteminde göreceli olarak özerklik varken, özerk bir yaşam söz konusuyken vilayet sistemine geçilmesi ile birlikte aynı zamanda merkezi yönetimin güç kazanması, işte insanların kayıt altına alınması, bir merkezi yönetim anlayışının getirdiği bütün kuralların sergilenmeye başlaması tarihçilere göre, bazı tarihçilere göre yani bu sorunun öne çıkmasına neden oluyor. Eğer bu böyle ise demek ki 1800’lerin ortalarından itibaren yaklaşık olarak biz bu sorunu yaşıyoruz. 1990’larda yeni ortaya çıkan anlayışla birlikte 1990’larda etnik kimliklerin, inanç kimliklerinin öne çıkışına yol açan siyasi gelişmeler ile birlikte Kürt sorunu daha da büyük bir ağırlık kazanmaya başladı. PKK’nın 1980’lerde başlattığı silahlı çatışmayla, 1990’larda çok çarpıcı bir şekilde öne çıkmaya başlayan Kürt sorununu ben birbirinden hep ayırmaya çalıştım. PKK başkadır Kürt sorunu başkadır, Kürt sorunu hepimizin sorunudur, benim de sorunumdur diye görüyorum. Bunun, bu ayrımın yapılmasının çok gerekli olduğunu düşünüyorum. Şimdi 90’lardan bu yana yapılmış olan tartışmalara şöyle bir baktığınızda şunu görüyoruz; herkes, bu herkesin için de kişiler de var, siyasi partiler de var, akademisyenler de var, ne yapılması gerektiğini söylüyor. “Kürt sorunu yoktur” diyenleri bir kenara bırakıyorum. ‘‘Evet böyle bir sorunumuz var” diyen herkes bu sorunun çözümü için bir cümlelik, birkaç cümlelik nelerin yapılması gerektiğini seslendirmeye başladı. Sonra da bu düşünceleri seslendirenler kendi aralarında önermelerini tartışmaya başladılar ‘‘ne yapılmalı?’’ sorusu yanıtlanıyor.
NE YAPILMALI DEĞİL, NE YAPILMAMALI?
Bence 90’lardan bu yana yaşadıklarımız ‘‘Kürt sorununun çözümünde ne yapılmalı” sorusunun sorulmasının doğru olmadığını gösteriyor, ben bunun yerine ‘‘ne yapılmamalı?’’ sorusunun sorulmasının daha uygun olacağını düşünüyorum, ne yapılmamalı?
Bu soru sorulduğunda yani Kürt sorununun hangi alanda, hangi aralıkta çözüleceğini ortaya koyan bu sorunun sorulması söz konusu olduğunda ben Kürt sorununun çok daha geniş kitleler tarafından benimseneceğini ve Kürt sorununa bir güvenlik sorunu olmaktan, bir bölünme sorunu olmaktan daha farklı şekilde insanlarımızın bakmaya başlayacağını düşünüyorum. Bu bölünme korkusunu, güvenlik korkusunu göz ardı etmemek gerekir. Bireylerde olduğu gibi toplumlarda da bu sorun çok büyük önem taşıyor, hele bizim için hele bölünmüşlüğü yaşayan, yaşamış olan Anadolu’ya sıkışmış olan, bir yüzyıl içinde bunları yaşamış olan bir toplum için bu daha da büyük bir önem taşıyor. Ben şöyle düşünüyorum Yunus Bey; Kürt sorununun çözümü için yapılmaması gereken şeyler ya da hangi çerçevede sorunun çözüleceğini ortaya koyan yaklaşımlar bir aralığı tanımlayacak. Ben o alanda her şeyin yapılabileceğini düşünüyorum. Yapılmaması gereken şey, bence bu toprakların güvenliğidir, bu topraklarda kurulacak devlet yapısının sürekliliğidir. Bunun da ben ancak üniter devlet yapısıyla sağlanabileceği iddiasındayım. Üniter bir devlet yapısının getirdiği başka yan tanımlamalar da var ona girmeyeceğim ama eğer bu konuda mutabakat sağlanırsa yani “Kürt sorunu üniter devlet yapısının sınırları içinde çözülecektir” biçiminde bir anlayış ortaya konulursa ben burada çok hızla yol alacağımızı düşünüyorum. Neler yapılmalıya girmiyorum, aslında biz neler yapılmaya parti olarak da girmiyoruz.
Cumhuriyet Halk Partisi biraz önce söylediğime yakın bir duruş ortaya koydu, bir süredir de bu duruşunu koruyor yani Cumhuriyet Halk Partisi, ne yapılması gerektiğini değil; nasıl bir süreçte çözülmesi gerektiğini tanımladı. Doğru olan da buydu. Bu süreçte herkes yani ‘‘Böyle bir sorun vardır, evet doğru. Böyle bir sorun yaşıyoruz” diyen herkes “tüm siyasi partiler Meclis içinde, Meclis dışında görüşlerini söylesinler” dedi. Bir de bunlara ek olarak bir gerçeklik çalışmasının yapılmasını dile getirdi bu da çok önemli. Bu, dünya deneyiminden hareketle ortaya konulmuş olan bir görüştü, dünyada bu sorunu çözmüş olan toplumlar bir gerçeklik çalışmasını ortaya koyup ondan sonra öteki adımları atmışlardı. Biz de Cumhuriyet Halk Partisi olarak bunu söyledik; “bir Meclis içinde çalışma yapılsın bir de Meclis dışında herkes bir araya gelsin görüşlerini söylesin” dedik. Cumhuriyet Halk Partisi kendi görüşünü burada dile getirmiş değil, Cumhuriyet Halk Partisi bunun nasıl çözülmesi gerektiğine ilişkin görüşünü dile getirmiş bulunuyor. Biraz, ne yapılmalı görüşü ile benim biraz önce söylediğim ne yapılmamalı görüşü arasında bir çözüm, bir yaklaşım ortaya koymuş durumda. Eğer bu üniter devlet yapısı üzerine ya da onun ortaya koyduğu çerçeve içinde yapılacak bir çalışma olursa önümüze çok geniş bir olanaklar paketinin çıkacağına da inanıyorum.
Yunus Bey bu doğrusal programlamaya benzer bir şey, yani bir alanı tarıyorsunuz, o taralı olan alanın içinde değil ama taralı olmayan alanda da yol alabiliyorsunuz, rahatlıkla hareket edebiliyorsunuz. Aslında bu, 2018 Cumhurbaşkanlığı Seçimi’nde Sayın Demirtaş’ın ve HDP’nin seçim programlarında da bir şekilde yer almıştı, şunu söylüyorlar; biz 2018’de farklı 2 metin, 2 siyasi metinle halkın karşısına çıkmıştık. Bir Cumhurbaşkanı adayımızın hazırladığı program vardı bir de parti olarak biz bir metin hazırlamıştık. HDP öyle yapmadı, Selahattin Demirtaş’la parti tek bir metinle yurttaşların karşısına çıktı. Oradan biraz sonra tartışacağımız öteki konuya da belki bir geçiş yapabiliriz, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin yapılanması ile ilgili bana göre ilginç ama çok önemli, çok yaşamsal bir saptamada bulunuyordu. Diyordu ki Demirtaş ve HDP; 1930’larda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kurulduğu sıralarda üniter devletin ayakta tutulması için merkezi yönetimin güçlü olması gerekiyordu belki ya da gerekiyordu ama şimdi 21.yy’da üniter devletin güçlü kılınması için ya da üniter devletin gücü için merkezi yönetimin değil yerel yönetimlerin güçlendirilmesi gerekmektedir. Bu aslında dünya genelinde de gidişe uygun bir değerlendirmeydi ama ben asıl bunu bu nedenle değil de biraz önce söylediğim yani ‘üniter devletten hareketle bu çözümü bulabilmeliyiz’ görüşüne yakınlığı nedeni ile bunu ifade etmiş oldum.
TÜRKİYE’DE MERKEZ VE YEREL
Yunus Emre: Efendim bu iyi bir başlangıç oldu. Buradan şöyle devam etmek istiyorum: siz Türkiye’nin yönetimi ve merkez-yerel arasındaki ilişkiler konuları üzerine de kafa yoruyorsunuz. Geçtiğimiz günlerde yaptığımız bir konuşmada söyle bir şey söylemiştiniz; ‘‘Biz belediye diyoruz ama bütünşehir düzenlemesiyle birlikte öyle farklı yetkiler kullanıyor ki yerel yönetimler galiba belediye dışında başka bir isim vermek gerekir” demiştiniz.
Murat Karayalçın: Doğru.
Yunus Emre: Yani süt topluyor, tarıma dayalı bir sanayi yatırımı yapıyor gibi birtakım yani bildik tarihsel belediye hizmetlerinden çok farklı işlerle uğraşıyor belediyeler. “Ajandası çok çeşitlendi yeni düzenlemelerden sonra” demiştiniz ve tabii bütün il sınırlarını kapsıyor. Biraz bu bahsi konuşalım istiyorum çünkü bir yanıyla yerinden yönetim hem bir ülkede etkin bir yönetim olması için hem de demokratik katılım bakımından çok kritik. Başka boyutları da var ama bu ikisi çok önemli. Yani yönetimin etkin verimli olması ve katılıma, demokrasiye dayanması bakımından çok kritik. Özetle özellikle bütünşehir yasasını da göz önünde bulundurarak ‘‘Türkiye’de yerel yönetim meselesinin ele alınmasında nasıl bir bakış açısı Türkiye’nin Kürt sorununu çözmesinin önünü açar?’’ diye bir soru sormak istiyorum.
MALİ VE İDARİ ÖZERKLİK MÜMKÜN
Murat Karayalçın: Şimdi ben önce sevgili önderimizin 1923’te, İzmit’te yaptığı ünlü basın toplantısına, çok uzun basın toplantısına göndermede bulunmak istiyorum. Galiba Ahmet Emin Yalman o basın toplantısında Atatürk’e Kürt sorununu nasıl çözeceğini soruyor ya da Kürt sorununun çözümü ile ilgili düşüncelerini soruyor. Atatürk de diyor ki; ‘‘Bu iki toplum çok içi içe girmiştir yani bir sınır çizmek her ikisi için de olanaklı değildir’’ belki isim olarak kullanmıyor ama özerk yönetimler, yerinden yönetimlerden söz ediyor aslında bu, üniter devlet içinde bir çözüm ifadesidir.
Üniter devlette bölge idaresi olmaz Yunus Bey. Yani kamu kuruluşlarının bölge örgütleri olabilir ama bir bölge idaresi söz konusu değildir. Adı üstünde üniter devlet, siyasi iradeyi bir merkez kullanmaktadır. Dolayısıyla bölge meclisleri söz konusu değildir ama iller düzeyinde pek ala bir özerklik işleyişini sağlamak, elde etmek olanaklıdır.
3 çeşit özerklikten bahsedilir; idari özerklik, mali özerklik, siyasi özerklik. Siyasi özerklik, üniter devlet içinde herhangi bir kitle için, herhangi bir etnik grup için, herhangi bir bölge için söz konusu olamaz; siyasi özerklik ancak devletin kendisindedir. Ama idari ve mali özerkliğin sağlanması pekala olanaklıdır.
Türkiye’nin il özel idaresi yasasının, belediye yasasının ve büyükşehir belediyesi yasasının 3. maddelerine baktığınızda bunların üçünün de idari ve mali özerkliğe sahip olduğu söylenmektedir, idari ve mali özerklikleri vardır. Bu, bana göre çok önemli bir niteleme, çok önemli bir düzenleme. Yani Türkiye’nin 81 ili var, 30 tane büyükşehir belediyesi var, 51 tane ilinde de il özel idaresi var. Ayrıca Büyükşehir Belediyelerinin olduğu 30 ilde de Büyükşehir Belediyelerinin olmadığı 51 ilde de çok sayıda belediyeler var, başka belediyeler var ama bizim yasalarımıza göre il özel idari yasasına, belediye yasasına, Büyükşehir Belediyesi yasasına göre bunların tümü idari ve mali özerkliğe sahiptir. Tabii bu işlemiyor, yani aslında tabii anayasanın bile işlemediği bir ülkede bu işlemiyor diye şikayette bulunmanın çok fazla bir anlamı yok ama yani en azından bu dile getirilmiş. Yani Atatürk’ün İzmit’teki basın toplantısı çerçevesinde kullanmış olduğu sözcük, sonra zaman zaman bu sözcükte kaldırılmış yani öyle iddialar da var. Bilmiyorum yani bazı tarihçilerin Atatürk’ün özerklik ifadesinin kullanılmasını bazı yayınlarda yönetimin çıkarttığını iddia ediyorlar bilmiyorum ama bu, yasalarımızda var, şu anda var. Anayasa’nın 127. maddesine göre merkezi yönetimin yerel yönetimler üzerinde bir vesayeti var, o çerçevede değerlendirilmeli. Maalesef merkezi yönetim Anayasa’nın 127. maddesinin kendisine verdiği vasi olma yetkisini ya da vesayet yetkisini AKP döneminde son derece kötü bir biçimde kullanmaktadır. Biz Cumhuriyet Halk Partisi olarak Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’na 1992 yılında Türkiye’nin koymuş olduğu çekinceleri kaldıracağımızı taahhüt ettik halkımıza karşı. Bunu yaptığımız zaman, Cumhuriyet Halk Partisi yönetiminde, iktidarında bunu sağladığımız zaman sonuçta bu idari mali özerklikle gerçek anlamda kayyumların olmadığı; idari ve mali özerkliğin sağlandığı bir gerçek anlamda işleyişe dönüşecektir, dönüşebilecektir. Konuyu o çerçevede bir defa görmek gerektiğini söyleyeyim.
İkincisi, sorunuza hemen geleyim buradan hareketle. Evet, 2012 Aralık’ından bu yana Türkiye’nin 30 ilinde büyükşehir belediyeleri, ilin tümünden sorumlu olarak hizmet veriyorlar, böyle bir yasa çıktı. 2014 seçimlerine kadar bu, Kocaeli’nde ve İstanbul’da uygulandı. Maalesef üniversitelerimiz, maalesef akademisyenlerimiz yeterince bu deneyi Kocaeli’nde ve İstanbul’da 2012’den sonra işletilen bu yapıyı yeterince irdelemediler, değerlendirmediler ama Türkiye 2014’ten sonra 2019’da da bu, bütünşehir denilen büyükşehir ve bütünşehir denilen sistemin içine girdi. Artık büyükşehir belediyelerine belediye demenin biraz garip kaçacağı yeni bir yapı var. Neden garip kaçacak? Çünkü o il sınırları içinde bütün sektörlerden yalnızca tarımdan değil, ilin her yerindeki bütün sektörlerden sorumlu bir idari yapı var adına büyükşehir belediyesi deniyor. Yani dağ köyleri de bunun içinde, orman köyleri de bunun içinde, ovalar bunun içinde, her yer bunun içinde. Kaç milyon m2 ise bir il, bunun tümü büyükşehir belediyesinin hizmet sorumluluğunda. Tabii bunun nasıl kullanılacağı önemli, aslında idari gelişmede biraz her şey yasalar değil, her şey yazılı değil, yazılı metinler değil; biraz da idarecilerin, özellikle seçimle gelmiş idarecilerin bunu nasıl kullandığı bunu belirleyecektir. Cumhuriyet Halk Partili Belediye Başkanları bunu tam benim beklediğim gibi kullanmaya başladılar. Yani biraz da bu salgın koşullarında bizim belediyelerimiz her alana giriyorlar. Özellikle başta tarım olmak üzere her alandan etkinlikte bulunuyorlar, bu iyi bir gelişme. Bunun yanı sıra sanayi sektörüne girebileceklerdir, aslında tarımın alt dallarına örneğin sulama yatırımlarına girebileceklerdir, tohumculuk yapıyor mesela bizim Ankara Belediyesi tohum hizmetleri veriyor, bu çok önemli bir hizmet, fuarcılığa girilecektir. Dolayısıyla artık klasik belediye hizmetleri yok, yeni bir hizmet var, yeni bir hizmet yapısı var, yeni bir hizmet anlayışı var.
“İL ANAYASASI” KONUŞULUYOR
Şimdi bunu imar yasasının getirdiği bir başka plan metniyle ilişkilendirmek istiyorum, o da çevre düzeni planı. 1/100000’lik Çevre Düzeni Planı. Türkiye’de merkezi yönetim iktisadi ve toplumsal planı hazırlıyor, yerel yönetimler de fiziki planı hazırlıyor. Yani merkezi yönetim maalesef ulusal fiziki plan, fiziksel plan çalışmasına girmedi; fiziki planlar yerel yönetimlere bırakıldı, kentlere bırakıldı. Şimdi artık bu çevre düzeni planıyla 1/100000’lik çevre düzeni planıyla büyükşehir belediye meclisleri dağ köylerinde, orman köylerinde, ovalarda, ilin her yerinde fiziki planda yapıyor. Artık iktisadi ve toplumsal planla fiziki plan üst üste örtüşüyor. Hatta buna ‘‘illerin anayasası’’ diyorlar, bazıları bu plan metnine il anayasası diye adlandırmada bulunuyor, çok da yabana atılacak bir şey değil. Dolayısıyla büyükşehirlerimizin nerede olduğunu bir tarayalım, büyükşehirlerimizin nerede olduğunu bir gözümüzün önüne getirelim. Burada büyükşehir belediye meclisleri, bir tür federatif yapılanma var biliyorsunuz onu da söyleyeyim, büyükşehir belediye meclisi listesi ayrıca seçilmiyor. Seçmene ayrı bir liste sunulmuyor, ilçe belediyelerini ilk şu kadarı büyükşehir belediye meclisine geliyor. Bu hoş birşey, bence hoş birşey, bence doğru bir şey. Yani yine Atatürk’ün İzmit basın toplantısında söylediğini de ifade eden birşey bana göre. Büyükşehir belediye meclisi, kendi ilinin, tabii yanlış bir izlenim olmasın anayasa lafını teknik anlamda biraz önce kullananlara göndermede bulunarak söyleyeceğim, kendi ilinin iktisadi, toplumsal, fiziksel durumunu mahalli müşterek, ki ihtiyaç ifadesini kullanıyor anayasa, yani yerel ortak gereksinimlerini bütün ortak sektörlerde kendi kararıyla, kendi kararıyla karara bağlıyor. Ve kendi öz gelirleri var, bütçesini merkezi yönetime sunmuyor, meclis karara bağlıyor. Bütçesini, meclis ve öz gelirleri var, devlet bütçesinden belediyelerin pay almasını bazıları yanlış yorumluyor; belediyenin öz geliri olarak görmüyor, halbuki öz geliri Yunus Bey. Yani onu vermek zorunda yani başbakanın, bakanın, cumhurbaşkanının keyfine bağlı değil, yasa öngörmüş şu verilecek diye, dolayısıyla bu öz geliridir. Yani kendi geliri var, kendi gelirleri ile kendi bütçesini hazırlıyor, kendi bütçesini kendi onaylıyor. İdari mali özerklik dediğimiz bu. Bunun üzerine vesayet baskısını da kaldırdığımızda, yani bizim iktidarımızda böyle bir taahhüdümüz var, dolayısıyla üzerinde vesayet baskısı olmayan, kayyum baskısı olmayan illerimiz idari ve mali özerkliğe sahip olarak hemşerilerine hizmet vereceklerdir, üniter devlet yapısı içinde ayrı bir siyasi bölgelenmeye gitmeden iller düzeyinde önemli adımların bu çerçevede atılabileceğini düşünüyorum.
BÜYÜK BAŞARIDA HDP SEÇMENİN BELİRLEYİCİ PAYI VAR
Düzgün Arslantaş: Benim sorum Kürt sorununun daha çok siyasi boyutuyla, siyasi partiler boyutuyla ilgili olacak. O da şudur; 2019 yerel seçimlerinde büyükşehirlerin kazanılmasında bildiğiniz üzere Kürt seçmenlerin çok ciddi etkisi oldu. Ama daha sonradan yani ittifakın neresinde olduğuna dair birçok tartışma yani Millet İttifakı’nın neresinde olduğuna dair birçok tartışma yapıldı. İttifaka dahil değil ama çok tartışıldı. Siz de 2004 seçimlerinde yanılıyorsam Demokratik Güç Birliği yapmıştınız. O dönemde de çokça tartışılmıştı, siz bu iş birliğini nasıl görüyorsunuz, geleceğini nasıl görüyorsunuz, onu merak ediyorum.
Murat Karayalçın: Yorumunuza katılıyorum. Bizim Ankara’da içinde olmak üzere elde ettiğimiz bu büyük başarıda HDP’ye oy vermiş seçmenlerimizin belirleyici payları var. Başka bir şekilde söyleyeyim; eğer HDP’ye oy vermiş seçmenler bize bu desteği vermeselerdi biz böyle bir sonuç elde edemeyebilirdik. Ben tek tek illeri sıralamayayım, bütün illerimiz için bu dediğiniz beş aşağı beş yukarı geçerlidir. Evet 2004 yılında böyle bir iş birliği yaptık, daha öncesine gideyim 1991 yılında rahmetli Erdal İnönü’nün Genel Başkanlığı sırasında TBMM’de iş birliği diyebileceğimiz bir ortak liste çıkarılmıştı, 2004’te de bunu yerel yönetim ölçeğinde yaptık. 2019’da Düzgün Bey, garip bir ittifak oldu. Yani aslında bu biraz sizin sorunuzu da belki yanıtlayacak olan bir şey. 2018’den devralınan bir şey. 2018’de Cumhurbaşkanlığı ve TBMM seçimlerinde kısmi ittifak vardı. Yani biz İYİ Parti ile meclis seçiminde ittifak yaptık, cumhurbaşkanlığı seçiminde ittifak yapmadık, ayrı adaylar çıktı. Bizim adayımız farklıydı İYİ Parti’nin adayı farklıydı ama 2 parti Meclis’te, TBMM seçiminde ittifak yapmıştı. 2019’da bu iki parti, yani İYİ Parti ve Cumhuriyet Halk Partisi ittifak yapacaklarını söylediler, bu biraz da dediğim gibi 2018’in devamıydı. Saadet Partisi seçmeni de bunun içinde o da buraya oy verdi, bu adaylara oy verdi büyük ölçüde. Saadet Partisi ‘‘Ben dirsek teması halindeyim’’ dedi ittifak kelimesini kullanmadı. Garip bir şey. O, öyle dirsek temasıyla girdi işin içine. ÖDP’nin hiç adı yoktu ama ÖDP’nin Genel Başkanı bizim Beyoğlu Belediye Başkan Adayımızdı; Alper Taş. HDP’nin de adı yoktu ama biraz önce sizinle mutabakata vardığımız gibi HDP seçmeninin çok büyük desteği ile biz bu sonucu elde ettik. Hemen hemen herkes bu bizim mutabakatımızı paylaşacaktır onlar da aynı görüştedir.
İTTİFAK DEVAM ETMELİDİR
Şimdi önemli olan bundan sonra ne olacağı, bundan sonraki seçimlerde ne yapılacağı. Evet bu, bana göre aynı şekliyle sürmelidir, bu ittifak devam etmelidir ama çeşitli duyarlılıklar var o da göz ardı edilmemeli. Ben Sayın Genel Başkanımızın bu duyarlılıkları dikkate alarak bir birliktelik sağlamaya çalıştığını, öyle bir çaba içinde olduğunu görüyorum. Aslında bu biraz daha geriye giderek 16 Nisan 2017 Referandumu’nda başlamış olan bir süreçti. Şimdi o süreç 2017’de, 2018’de, 2019’da işletildi.
2017 ile başlayan referandumla başlayan süreç, bu yıl ben sonbaharda belki seçim olabilir diye düşünüyordum ama gittikçe bu beklentim azalmaya başladı, bununla birlikte Düzgün Bey hemen hemen herkes 2022 Haziran’ını Mayıs’ını hem Cumhurbaşkanlığı hem TBMM seçimi için dile getirmeye başladı. Yani yaklaşık bir yıl sonra bir seçim var önümüzde. Peki o seçimde ne olacak, yani o kitle ne yapacak? Bence çok önemli, ben bunun devam etmesi gerektiğine inanıyorum ama parti ne yapacak bunu bilemem şimdi tabi.
Bir ekleme de bulunmak istiyorum. Şimdi tabii idareye bir bütün olarak bakmamız gerekiyor, yalnızca yerel yönetimlerde yapılacak düzenleme istediğimiz sonuçların elde edilmesi için yeterli olmayacaktır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti nasıl yapılanmalı? Merkezi yönetimiyle, yerel yönetimiyle, yargısıyla, parlamentosuyla ona bakmak gerekiyor. Son sıralarda çok yoğun bir biçimde ittifakların, ittifakı oluşturan partilerin yaklaşımlarından hareketle bir anayasa tartışması yaşıyoruz. MHP’nin bu açıklamasının ardından yeni gelişmelerin de devreye gireceğini tahmin ediyorum. Yani hemen hemen bütün siyasi partilerimiz bir anayasa metni hazırlıyor. Bunlar da iki kümede toplanıyor. Parlamenter sistemin anayasası, başkanlık sisteminin anayasası şeklinde. Böyle bir kümelenmenin Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin karşı karşıya olduğu devlet sorununun, yönetim kalitesi sorununun devlete olan güvenin ortadan kalkmasının yarattığı sorunların çözümünde yeterli olmayacağını düşünüyorum. Bu yanıt değil, yani parlamenter sistem Türkiye Cumhuriyeti Devleti nasıl örgütlensin sorusunun yanıtı değil ya da başkanlık sistemi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti nasıl örgütlensin sorusunun bana göre yanıtı değil. Bana göre biz bir yandan kendi coğrafyamızın zorunluluklarını, bir yandan dünya genelinde tüm devletlerin karşı karşıya olduğu gelişmeleri dikkate alarak, bir yandan ne bileyim anayasamızın baştan bu yana bütün anayasa metinlerinde olan devlete verilen görevleri falan ortaya koyarak bir tartışmayı yaşamalıyız.
HALKI İŞİN İÇİNE KATABİLMELİYİZ
Şurası çok ilginç Yunus Bey; şimdi Anayasa’nın 5. Maddesi, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin hangi hizmetleri vermesi gerektiğini tanımlamış. Bu yeterli ya da değil ama böyle bir tanım var. Fakat parlamenter sistem olsun, başkanlık sistemi olsun tartışmalar yapılırken bu tanım, yani Anayasa’nın 5. Maddesi’nin getirdiği tanım acaba nasıl bir devlet sistemini gerekli görüyor konusuna değinmiyoruz. Şimdi ortada çok vahim bir şey var geçenlerde Bekir Ağırdır’ın bir yazısında okumuştum ya da Konda’nın bir anketi belki. Sık sık şu soruyu soruyorlar; “devletin çıkarları söz konusu olduğunda yargı, devletin tarafında mı olmalı, yurttaşın tarafında mı olmalı” sorusu soruluyor ve bu soruya çok yakın tarihlere kadar yurttaşlarımız ‘‘Devletin tarafında olmalı” yanıtını veriyorken 2021 Ocak’ından itibaren burada çok büyük değişiklikler ortaya çıkmış. Yani bizim için, bu topraklarda yaşayan insanlar için devlet adeta kutsaldır, devletin çok özel yeri vardır. Bu, Avrupa’daki devletlere benzemez yani Lüksemburg’un Belçika’nın devleti değil bu, Türkiye bu toprakların devleti. Ama ilk kez bir anlamda devleti silen, bir anlamda devleti bu şekilde değerlendiren bir tepki görüyoruz. Dolayısıyla, konuyu yalnızca Kürt sorunu bağlamında değil, konuyu parlamenter sistemi mi başkanlık sistemi mi bağlamında değil, çok daha geniş bir çerçevede görüp onun tartışmasını yapmamız gerekiyor. Bu tartışma bence, hiç olmazsa şu kadarını söyleyerek açıklamamı tamamlamış olayım, bu tartışma bence yetkiyi yönetime verenlerin de o yetkinin kullanımı sürecinde işin içinde olmasını gerektiren bir şekilde sonuçlandırılabilmelidir. Yani bir kişinin, şimdi egemenliği kim kullanıyor? Cumhurbaşkanlığı + Parlamento yani 1 kişi + 600 kişi değil mi? Yani çok basit bir şekilde ortaya koymak gerekirse şimdi bunu kim kullansın tartışmasını yapıyoruz. E bu yetkiyi veren halk, halkı işin içine katabilmeliyiz yani planlama süreçlerinden biraz önce söz ettim. Yalnızca merkezi, yerel yönetimler için bunu almayın; merkezi yönetimin planlaması var, proje örgütlenmesinde, kamu projelerin örgütlenmesinde bunu işin içine katabilmeliyiz. Yani Gezi Direnişi’nin şimdi işte ne bileyim İkizdere’de ortaya konulan direnişin çok açık bir şekilde sergilediği gibi halkın o proje hazırlığında, proje uygulamasında işin içinde olmasını sağlayacak birtakım düzenlemeler yapabilmeliyiz. Yani sorun yalnızca denge denetleme sorunu değil, denge denetleme tabii önemli ama bir de yetkiyi veren halkı yönetimin içine katabileceğimiz bir genel devlet projesine gereksinme olduğunu düşünüyorum.
Birisi “” üzerinde düşündü