Demokrasi Bloku, Kürt Sorunu ve İkinci Yüzyıl

Yirminci yüzyıl
Ulus-devletlerin kurulması, bunu başaran her toplumda sancılı ve dönüştürücü bir süreç olmuştur. Bu esnada, iyileşmesi uzun soluklu demokratikleşme çabalarıyla at başı giden ve söz konusu toplumları zorlayan kurucu kırılmalara yol açmıştır. Brezilya’da son on yıllarda gerçekleşen demokratikleşme ve “kapsayıcı bir halk olma” mücadelesi üzerine mükemmel bir belgesel şu düşüncelerle başlar: “Öyle bir ülke düşünün ki, ismini bir ağaçtan almış olsun. Ama o ağacın neslini tüketsin, sadece ismi kalsın.”
Ulus-devletler, nesnel olarak mümkün olmakla beraber öznel olarak var olmayan bir ulusu, potansiyel köklerinden derleyerek inşa etme ve devletin meşruiyetinin kaynağı yapma projeleridir. “Modern” çağların bir ürünüdürler ve bilhassa yirminci yüzyılda yayılmışlardır. Dolayısıyla temel bazı ideolojik ve kurumsal ilkelerini bu yüzyılın ilk yarısındaki özgün koşullardan devşirmişlerdir. Bununla ilişkili olarak özellikle mazlum (yani modern Batı’nın kenarında kalmış) dünyadaki ulus-devlet olma çabaları da, o döneme özgü “çağdaşlaşma,” “ilerleme” ve “gelişmiş dünyanın” parçası olmak ülküleriyle iç içe yol almıştır.
Bu süreçler Batı ülkeleri dahil hiçbir yerde herkes için aynı derecede adil yürümemiştir.
Her şeyden önce ulus-devlet fikri, ürünü olduğu (yirminci yüzyıl ve öncesi) modern çağların göz kamaştıran başarıları ve nimetleri kadar, büyük zaaf ve günahlarını da barındırır. Maddi gelişme ve modern olan adına doğanın ve geleneksel olanın göz ardı edildiğini, hatta çoğu kez yok edildiğini bugün çok daha iyi anlıyoruz.
Ulus-devletlerin bir “halk” veya ulus inşa etme politikaları da, bir yandan bir demos ve demokrasi olmanın ön koşulu olmakla beraber, demokratikleşme yoluyla çözülmesi gereken bir dizi eşitsizlik yaratır. Bir halkın inşa edilmesi süreci derhal, “hangi kimlik, hangi ülkü, hangi kültür ve hangi coğrafi sınırlarla?” sorularını ortaya çıkarır. Bu soruların yanıtlanışı her yerde, tarihsel olduğu kadar jeopolitik, ekonomik ve siyasal önceliklere göre şekillenmiş ve adaletsizliklere yol açmıştır. Herkesin (sadece kâğıt üzerinde değil gerçekten) kendi kimliği ve tercihleriyle eşit olduğu ve ulusun içeriğine katılabildiği ulus-devlet örneği yoktur denilebilir.
Türkiye için özellikle İspanya, Birleşik Krallık, Rusya, İran, Avusturya gibi imparatorluk varisi ülkelerin deneyimleri önemlidir. Buralardaki uluslaşma süreçleri, merkezî devletle ilişkisini uzun zamandır özel bir hukukla yönete gelmiş çok sayıda etnik-kültürel ve bölgesel halkın yaşadığı toplumsal doku ve coğrafyalarda gerçekleşmiştir. Bu tarihsel arka planı ve çeşitliliği ulus devletin içeriğine ve hukukuna yansıtmak, erken yirminci yüzyılın sosyoekonomik, teknolojik ve ideolojik koşullarında, devlet kurucu siyasal ve entelektüel elitler tarafından ne mümkün ne de çekici görülmüştür.
Gene de bu süreçleri görece adil ve barışçı yoldan başarmış ve başaramamış örneklerden bahsedilebilir. Erken uluslaşma döneminde farklı kimlik ve kültürel özelliklerinden kaynaklanan talepleri ve ihtiyaçları yok sayılan ve/veya bastırılan birçok etnik-bölgesel grup, zaman içinde çoğunluk gruplarıyla daha eşit demokratik haklara kavuşmuştur. Bu hukuki, idari, sosyal-kültürel ve siyasi reform süreçleri, özellikle yirminci yüzyılın son çeyreğinde hız kazanmıştır. Bu düzenlemeler, söz konusu ülkelerin birliğini ve barışını olumsuz etkilememiş tersine çoğu yerde güçlendirmiştir.
Tüm bu tarihsel ve karşılaştırmalı arka plan Kürt meselesi açısından şu anlama geliyor. Bir sosyoekonomik, kültürel, siyasal, kurumsal ve entelektüel soru (meydan okuma) olarak Kürt Meselesi modern tarihin ve Osmanlı İmparatorluğu’nun modernleşme ve ulus-devletlere bölünme sürecinin bir ürünüdür. Dünyadaki herkes gibi Türklerin ve Kürtlerin de tarihin bir aşamasında dahil ve müdahil olduğu yirminci yüzyıl modernleşme süreçlerinin ve arzularının bir yan ürünü olarak görülebilir.
Ama on binlerce insanın hayatına, milyonlarca insanın maddi ve manevi refahına mal olan Kürt Sorunu, bizim siyasal tercihlerimizle ve kararlarımızla yarattığımız ve çözemediğimiz bir sorundur. Sadece Türkiye Cumhuriyeti’nin zorlu kurulma döneminde değil bitirmekte olduğumuz ilk yüzyılı boyunca, Kürt Meselesi’ne barışçı, katılımcı, demokratik ve Kürtlerin kendi kimlikleriyle katıldığı süreçlerle yanıt arayamamış olmamızın bir sonucudur.
Yirmi Birinci Yüzyıl
Yirmi birinci yüzyıl birçok konu açısından olduğu gibi, Kürt sorununu bir sorun olmaktan çıkarmak açısından sunduğu fırsatlar nedeniyle, bir öncekinden çok farklı özelliklere sahip.
Öncelikle yirminci yüzyıl modernleşmesinin alabildiğine sorgulandığı bir dönemdeyiz.
Tüm bu sorgulamaların merkezinde eşitlik, ilişkisellik ve denge kavramları var. Doğa-insan, kadın-erkek, azınlık-çoğunluk, zengin-yoksul, genç-yaşlı, çevre-merkez arasındaki ilişkilerde farklı eşitlik ve denge arayışları söz konusu. Yirminci yüzyılda geliştirilen toplumsal, kurumsal ve hukuki ilkeler günümüzün ihtiyaç ve arayışlarına yanıt veremiyor.
Örneğin çevrenin, su kaynaklarının ve gıda güvenliğinin ulusal güvenliğin en temel unsurları arasında yer alacağını git gide daha iyi anlıyoruz. Bu doğrultuda şehirleşme lehine kırsalı, sanayi lehine tarımı geri planda bırakan, küçük yerine büyük ölçekli tarımı yeğleyen kalkınma politikalarından vazgeçiliyor. Tüm bunlara paralel olarak ve teknolojik gelişmelerin yardımıyla, merkezî ve yerel yönetimler arasındaki ilişkiler yeniden değerlendiriliyor.
Federal ve üniter devlet sistemleri arasında eskiden var olduğu düşünülen katı ayrımlar çağımızda muğlaklaştı. Üniter devlet yapısını değiştirmeksizin bölgesel çeşitliliği barındırabilecek, etnik-bölgesel grupların taleplerinin çoğuna yanıt verebilecek esnek yönetişim imkânları ortaya çıktı.
Günümüz teknolojisi sayesinde artık yerel yönetimlerin denetlenmesi ve ulusal politikalarla koordinasyonu katı merkezî idare sistemleri gerektirmiyor. Ankara ve ülkenin herhangi yerindeki bir bürokrat, saliseler içinde Hakkâri veya Edirne’deki bir yerel yönetimin hesaplarına ulaşabilir ve faaliyetlerini denetleyebilir.
Yani üniter devletin temelini oluşturan merkezi hükümetin siyasal-hukuksal egemenliği ve hatta anayasal adem-i temerküz ilkesini uygulamak için, katı merkezî idarelere ve merkezden atanmış bürokratlara gerek kalmıyor. Seçilmiş yerel yöneticilerin sayısını ve etkinliğini artırmak ve merkezî hükümetle aralarındaki eşgüdüm ve uyumu sağlamak çok daha kolay hâle geldi.
Bu tür reformlarla (devolüsyon ve ademi merkezileşme) yerinden yönetimleri güçlendirmenin, merkezî devleti zayıflatması gerekmiyor. Merkezî devletin rakibi veya alternatifi değil tersine besleyicisi olarak görmek mümkün. İkisi arasında toplamı pozitif bir ilişki şekilleniyor.
Yirmi birinci yüzyıl aynı anda hem güçlü merkezî devletler hem de güçlü yerel yönetimler ihtiyacını ortaya çıkardı.
Bir yandan iklim değişimi, pandemi ve göç gibi devasa küresel sorunlar, ekonomik ve teknolojik küreselleşme ve çok kutuplu uluslararası güç dengelerinin ortaya çıkardığı yönetsel ihtiyaçlar var. Bunlar, başarılı ülkelerin güçlü bir orduya, mali kaynaklara ve düzenleyici/denetleyici kurumlara, yani kuvvetli bir merkezî devlete sahip olmalarını şart koşuyor. Özellikle de Türkiye’nin bulunduğu coğrafyada.
Öte yandan da kentsel alanlarda yoğunlaşmayı geri çevirebilmek, başlı başına birer ekosistem oluşturan megapolleri yönetebilmek, eğitim, çevre, kültür, insan kaynakları, yerel tarım ve bilgiye dayalı yeni-sanayileşmeyi en etkin şekilde ve yerinden yönetebilmek ihtiyaçları var. Bunlar için de güçlü ve etkin yerel yönetimlere sahip olmak çok önemli hâle geldi.
Keza geçen yüzyılda tek bir ortak dilde konuşmayı, okumayı ve yazmayı bir ülke halkının her ferdine layıkıyla öğretebilmek, eğitim sitemleri için – ve ulus-devletler için — önemli bir başarıydı. Bugünün eğitim teknolojisiyle imkânlar o kadar arttı ki, birkaç dili en yetkin şekilde öğretmek mümkün. Gelişmiş dünya standartlarında eğitimli olmak en az iki dili ana dil seviyesinde konuşabilmeyi gerektiriyor. Dolayısıyla çok dilli eğitim, yani bir ülkedeki ortak dili herkesin öğrenmesi kaydıyla ingilizce, Çince ve İspanyolca gibi evrensel bilim dilleri yanında talep olan yerlerde yerel anadillerde “eğitim ve öğretim” yapmak çok kolaylaştı. “Anadilde eğitim” üniter devlete karşı bir tehdit unsuru olmaktan çıktı.
Tüm bunlar Türkiye’de Kürtlerin ve Türklerin beklentilerini birbirine yakınlaştırıyor ve birbirlerinin korkularını gidererek ortak reform programlarında anlaşmalarını kolaylaştırıyor. Seçilmiş yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, sadece Diyarbakırlının değil İstanbullu, İzmirli ve Mersinlinin beklentisi. Farklı koşullara uygun kültür ve eğitim (anadilde eğitim dahil) tercihlerini üniter devlet içinde çeşitli devolüsyon reformlarıyla karşılamak sadece bir imkân değil bir gereklilik olmuş durumda.
İkinci Yüzyıl
Türkiye Cumhuriyeti yirminci yüzyılın başında başarılı bir ulusal bağımsızlık mücadelesi ve radikal çağdaşlaşma devrimleriyle kuruldu. Bu devrimler ve ulus inşası Cumhuriyet Halk Partisi’nin önderliğinde kadim bir coğrafyada, “saatleri ileri almak” ve çağa – yani yirminci yüzyıla – uyum sağlamak samimi tutku ve iradesini yansıtır. Hatasıyla ve sevabıyla bu iradenin ve uyguladığı politikaların, dünyada – en azından seçkinler arasında yaygın – “çağın ruhuyla” uyumlu olduğu ve birçok mazlum millete ilham olan bir bağımsızlık ve kalkınma hamlesi olduğu açıktır.
Ancak bir o kadar önemli bir gerçek, aradan geçen neredeyse bir yüz yıl boyunca kapsayıcı ve istikrarlı bir demokrasi ve eşitlikçi bir kalkınma yaratamamış olmamızdır. Bunun nedenlerini yirminci yüz yılın başındaki modernleşme paradigmalarının zaaflarından çok, daha sonra geçen uzun on yıllar boyunca Kürt Sorunu gibi kronik meselelerimize katılımcı ve uzlaşmacı çözümler bulamamamızda ve değişen çağa uyum sağlayamamamızda aramak gerekiyor düşüncesindeyim.
Türkiye yirmi birinci yüzyılın ilk iki on yılında, zaten kusurlu olan demokrasisinin önce sinsi otoriterleşmeyle aşındığı sonra da askıya alındığı bir dönem yaşadı. 2020’lere Cumhur İttifakı’nın temsil ettiği otoriter bir blokun iktidarında girdi. Buna karşılık muhalefetin bir demokrasi bloku oluşturmak çabası içinde olduğunu ve özellikle 2019 yerel seçimlerinde ittifaklar modeliyle kazandığı başarılardan sonra, yeni ve daha iyi bir demokrasiyi inşa süreci başlattığını söyleyebiliriz.
Başta Millet İttifakı olmak üzere bir demokrasi uzlaşması oluşturma gayretlerinin merkezinde yer alan Cumhuriyet Halk Partisi, aynı dönemde program ve hedeflerini yenileme çabası içinde oldu. 2020 yazındaki 37. Olağan Kurultayında ilan ettiği İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi bir yandan, aynı 1959 İlk Hedefler Beyannamesi gibi, otoriter rejim arayışlarına karşı demokrasi refleksini ve otoriterliğe karşı ittifaklar yoluyla muhalefet perspektifini yansıtıyor.
Gerçekten de otoriter bir bloka karşı başarılı muhalefet ve demokrasiye geçiş ancak ittifaklarla olabilir. Bunun yanında İkinci Yüzyıla Çağrı Beyannamesi’ni ve benzeri program yenileme çabalarını – parti içindeki sağ-sol kanatlar üzerinden değil — CHP’nin program ve hedeflerini yirmi birinci yüzyıla uyarlama çabası olarak okumanın da mümkün olduğunu düşünüyorum.
Bugün hiç olmadığı kadar, Türkiye’nin kişiler yararına otokratik bir rejim yerine halk yararına demokratik bir rejimle yönetilmesi partiler üstü bir demokrasi bloku kurabilmekten geçiyor. Kürt Sorunu’nun demokrasi içinde – ve halk egemenliğinin temsilcisi mecliste — çözümü de aynı demokratik değerler, hukuk ve sosyal adalet temelinde ortak çalışabilmekten geçiyor.