Etnisite Nedir ve Nasıl Algılanmalıdır?

Günümüz dünyasında kulağımıza en fazla çalınan politik terimlerden birisi şüphesiz ki etnisite/etnik grup kavramıdır. Hem akademik ve entelektüel çalışmalarda hem de güncel siyasi tartışmalarda sıkça kullanılan bu kavram ülkemizde geleneksel olarak savaş, ayrımcılık, bölücülük gibi olgularla birlikte düşünüldüğünden kitleler nezdinde negatif çağrışımlara sahiptir. Bu durumda ise yerleşik önyargılar terimin kavramsal analizini zorlaştırmakta ve insanlarımızı başlıca toplumsal sorunlarımızdan olan “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olma” sarmalına doğru itmektedir. Dolayısıyla bu konuları esas alan bir tartışmada en başta kavramsal bir netleştirme yapılmalıdır.
Bunun için öncelikle etnisite kavramının tarihçesine bakmak yararlı olabilir. Kökeni Antik Yunancada kabile anlamına gelen ethnos kelimesine dayanan etnisite kavramı, modern dünyada uzunca bir süre farklı bir anlamda, putperestlik ve paganist inanışları anlatmak için kullanılmıştır. Etnisitenin bugünkü anlamında kullanılışı 19. yüzyılın ortaları gibi geç bir tarihe denk düşer. Etnisite terimi, bu dönemden başlayarak ırk veya ulus kavramlarını karşılamak için kullanılmaya başlamıştır. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’na giden yol ve savaştan hemen sonraki süreçte ırk kavramının ırkçı devlet politikalarıyla bağdaştırılması ve olumsuz imalara yol açması yüzünden etnisite kavramı hukuksal metinlerde ırk teriminin yerini almıştır. Üstelik ırk kavramının, Boşnaklar ve Sırplar örneğinde olduğu gibi, aynı ırksal kökenden gelen halkların şiddetli anlaşmazlıklarını açıklamakta yetersiz kalması etnisite kavramının daha yoğun biçimde kullanılışına zemin hazırlamıştır. 20. yüzyılda, saf ırkların varlığına duyulan inanç azaldığı ölçüde etnik kavramı literatürde daha merkezi bir yer elde edecektir.
Etnisite teriminin ırk kavramından ayırıcı özelliği biyolojik nitelikteki ortak soy temeline değil, böyle bir ortak soyun olduğuna dair bir inanca ve bunun üzerine kurulu olan bir benlik ve kültüre dayanmasıdır. Bu anlamda nesnel değil sübjektiftir ve aidiyet faktörünü öne çıkarmaktadır. Etnisite kavramında insanlar, gerçekten belirli bir ortak soydan gelmeseler de, hatta bu kimlik kurgusal veya hayalî olsa dahi, sahip olduklarını düşündükleri kavmî bağlar ve buna ek olarak kültürel, dilsel veya dinsel diğer bazı ortak özellikler çerçevesinde diğerlerinden ayrıldıklarını düşünmektedirler. Böylece etnisite kavramında ırk faktörünün belirleyiciliği azalmakta, gruptaki aidiyet bilinci ve farklılık fikri ağırlık kazanmaktadır. Bu anlatılanlar ışığında, etnik grup özet bir tanımla, ortak soydan geldiklerine inanan ve belirli yaşam pratikleri konusunda benzeşen insanların oluşturduğu topluluk olarak ifade edilebilir.
Etnisite ile alakalı diğer bir terim olan ulus ise yine yeni bir kavram olup modern devletin oluşumuyla beraber anlaşılabilecek bir olgudur. Aydınlanma Çağı öncesi Avrupa kıtasında, ekonomik faaliyetin belirli merkezlerde yoğunlaşması bu bölgelerde ortak dilin kullanımını güçlendirmiş ve ortaklaşılan kültürel değerleri geliştirmiş, bu nüfusun modern devlet yapısı içinde merkezi bir iktidar tarafından yönetilmesi ile bu benzeşme süreci daha da hız kazanarak bugün anlaşılan manada ulusları ortaya çıkarmıştır. Modern ulus, kapitalizmin erken yükseliş dönemine ait bir olgudur ve ilk uluslaşan topluluklar da kendi ulus-devletlerini ilk kuranlardır. Bu ilk uluslar ülke sınırları içindeki diğer toplulukları asimilasyon yoluyla dönüştürmeye girişirken, ulusal bilincini erken bir dönemde kazanan fakat henüz bağımsız bir devlete sahip olmayan bazı topluluklar ise buna direnmeye ve kendi ulus-devletlerini inşa çabasına yönelmiştir. Bu süreçte kendine has bir ulus-devlet kurmayı başaran topluluklar ulus vasfını kazanmış, bu erken aşamada ulusal bilince erişmeyen ve izleyen süreçte bağımsız devlet de kuramamış topluluklar ise etnik grup adıyla anılmaya başlanmıştır. Bu bakış açısında, etnik grup bağımsız devlete sahip olmayan uluslaşamamış topluluklara verilen bir isim olması hasebiyle ulus-altı bir birim olarak ele alınmaktadır. Kavramın güncel siyasette, özellikle Türkiye siyasetindeki esas kullanılışı da bu anlam uyarıncadır.
Modern devlet ilkeleri uyarınca, Türkiye’de de 19. yüzyıl itibariyle, ülke içindeki farklı unsurları bir araya getirecek, onların ortak tavırlar ve eylemler izlemelerini sağlayacak birleştirici bir üst kimliğe ihtiyaç olduğu fikri ağırlık kazanmıştır. Tanzimat, Islahat, Birinci ve İkinci Meşruiyet atılımları hem idari açıdan hem de yurttaş kimlikleri bakımından merkeziyetçiliği sağlamak amacına yöneliktir. Bu süreçte imparatorluk dahilindeki azınlıklardan beklenen Osmanlılık kimliğinde bir araya gelmeleri olmuştur. Bu amaç başarısızlığa uğrayıp, ulusal azınlıkların ülkeden bağımsızlıklarını kazanmasından sonra ise söz konusu kapsayıcı üst kimlik Mustafa Kemal Atatürk’ün “Ne mutlu Türküm diyene!” düsturu bağlamında bu kez Türk kimliği olacaktır. Başından beri Cumhuriyet’in aslî belgelerinde yerini almış olan bu vurgu, mevcut Anayasa’nın 66. maddesinde de açıkça ortaya konulmaktadır. Bu maddeye göre, “Türk Devletine vatandaşlık bağı ile bağlı olan herkes Türktür”. Burada Türk kavramı etnik kimlik olmaktan sıyrılmış ve siyasal bir içerik kazanmıştır. Dolayısıyla yukarıdaki formülasyona göre izah edilirse Türkiye’de Türklük ulus kimliği olarak değer bulurken, azınlık topluluklar ise pratikte etnik grup olarak anlam kazanmaktadır.
Ulus-devletler doğaları gereği tüm yurttaşlarını belirli bir ortak kimlikte bir araya getirmeye ve kaynaştırmaya gayret eder. Bu çaba, ulus-devletin varoluş amacı olduğu gibi demokratik yöntemlerle uygulandığı takdirde toplumsal dayanışmanın güçlenmesine de vesile olabilir. Burada bu yöntemin demokratik olmasındaki ölçüt ise yurttaşların alt kimliklerinin baskılanmamasıdır. Yani devletin sunduğu anayasal vatandaşlık dışında insanların alt kimliklerini de muhafaza edebilmesi, dile getirebilmesi ve bu tutumun kişinin toplumsal konumuna negatif bir etki etmemesi gereklidir. O halde, üst kimlikte ortaklığı benimsedikten sonra insanların alt kimliklerini de sahiplenmeleri, yerel dillerini kullanmaları veya kültürel geleneklerini devam ettirmeleri de son derece doğaldır. Zira birlik teklik demek değildir, insanların birbirleriyle dayanışma ruhu içerisinde bulunmaları için aynı olmalarına gerek olmamalıdır. İnsanlar eğer farklılıklarıyla beraber eşit yurttaşlar olarak kabul ediliyorsa toplumsal birliğin gönüllü birer parçası haline gelmeleri de çok daha olasıdır. Esasen bu durum, Türkiye’nin anayasal kabullerine de gayet uygundur, zira eğer Türklük anayasada etnisite değil ulus kimliği olarak, yani siyasal kimlik olarak yer alıyorsa dileyen kişinin farklı etnik kökenini alt kimlik olarak muhafaza etmesi de bu kabullere tezat oluşturmaz.
Bu kapsamda, etnik meselelere yönelik yaklaşımın bir adalet konusu olarak anlaşılması gereklidir. İnsanları içine doğdukları etnik kimlikten, kültür ve dil pratiklerinden baskı yoluyla ayırmak her şeyden önce hakkaniyet anlayışına terstir. Elbette ki bu sorunların çözümü çok kısa bir süreçte gerçekleşmeyebilir veya tüm dünyada aynı uygulamalarla yürümeyebilir. Farklı ülkelerin spesifik koşulları ve tarihsel tecrübelerine göre farklı uygulamalar ortaya konulabilir. Ancak burada önemli olan iyi niyet ve samimiyettir. Bunun için de etnik kimlikleri verili bir tehdit gibi görmemekle işe başlamak mantıklı olabilir. Farklı kültürel varoluşları zenginlik olarak kabul etmek ve buna göre muamele etmek, bunları korumaya veya en azından varsaymaya dönük hamleleri taviz olarak değil, demokratik bir devletin doğal sorumluluğu olarak görmek var olan sorunların çözümü için anahtar yaklaşımlar olmalıdır. Nitekim etno-kültürel sorunları demokratik ilkeler çerçevesinde çözen ülkelerde bu süreç oldukça benzer yol haritaları takip etmiştir.
Bu noktada şu notu da düşmek gerekir ki, etnik sorunlar asla kendi başlarına ele alınamaz ve genel bir demokratikleşme sürecinin parçası olarak muamele görmelidir, zira temel demokratik devlet ilkelerinin aşındığı bir toplumda azınlıklara verilecek kültürel hakların da anlamlı bir değer taşıması mümkün değildir. Gerçek bir demokrasi kurumsallaştırılmadan ve içselleştirilmeden azınlık haklarının esaslı biçimde korunması ve güçlendirilmesi olanaklı olmamaktadır. Bu bağlamda, etnik sorunların hakkaniyetli biçimde çözümü her şeyden önce yurttaşlık haklarının geliştirilmesine, devletin bireyin özgürlük alanını tehdit etmesinin önlenmesine bağlıdır. Demokrasinin, ifade özgürlüğü, erkler ayrılığı, sayısal azınlığın çoğunluğun tahakkümüne maruz bırakılmaması, toplumun siyasi karar alma süreçlerine rahatça katılabilmesi gibi geleneksel ilkeleri, kimlik unsurunu önemseyen çoğulcu siyaset anlayışlarının uygulanabilmesi için önkoşul niteliğindedir.
Bunu daha net görebilmek için tarihsel örneklere ve somut deneyimlere göz atılabilir. Sözgelimi Fransa’nın resmi azınlık politikası her farklı etnik grubu Fransız üst kimliğinde kaynaştırmaktır, bu politika Fransız ulus-devlet sisteminin özüdür. Fakat buna rağmen Fransa’da kayda değer herhangi bir azınlık sorunu yoktur, çünkü bu ülkede toplumun geneline verilen haklar yani genel özgürlük alanı öylesine genişletilmiştir ki, farklı etnik gruplara özel hak uygulamasının aciliyeti son derece azalmıştır. Buna karşılık, ulusal gruplar arası uzlaşmayı sağlayabilmek amacıyla, sadece anayasadaki vatandaşlık tanımının değil ülkenin adının dahi etnik içerikten uzaklaştırıldığı Burkina Faso’da (ülke adı yerel dilde “Onurlu İnsanların Ülkesi” anlamına gelmektedir) etnisiteye dayalı sorunlar asla sona ermemiştir. Bu ikiliği yaratan unsur hem bu politikaların uygulanmasındaki samimiyet düzeyi hem de söz konusu ülkelerin demokrasi birikimindeki devasa farktır.
Konuya Türkiye özelinde bakıldığında, etnik meselelerin başta da söylenildiği gibi daha çok ayrılıkçı terör boyutuyla gündeme geldiği görülmektedir. Etnik huzursuzlukların sadece Türkiye’de değil tüm dünyada politik şiddetin önemli kaynaklarından biri olduğu da tartışma götürmez. Ancak burada akılda tutulması gereken etnik meseleleri sadece güvenlik boyutuyla ele almanın yanlışlığıdır. Türkiye’nin terör unsurlarına karşı mücadelesi meşrudur ve legal çerçevede tabii ki sürmelidir. Ancak terör sorununa karşı sadece askeri yöntemlerle sonuç alınamayacağı da ortadadır. Türkiye bu mücadeleyi sürdürürken çift boyutlu bir politika izlemelidir. Bir tarafta, elinde silah olana karşı fiziki mücadeleyi doğal olarak yerine getirirken, diğer taraftan özgürlüklerin önünü yukarıda bahsedilen samimiyet düşüncesi içerisinde sonuna kadar açmalıdır. Özgürlük ve güvenlik birbirinin zıddı değildir, özgürlükleri geliştirmek güvenliği tehlikeye düşürmez. Aksine güvenlik mücadelesine esas meşruiyeti sağlar. Güvenlik gerekçesiyle özgürlüklerin kısıtlanması ise demokratik değerlerin işlerliği konusunda sıkıntı yarattığı gibi sahici ve istikrarlı bir güvenliğin de tesis edilememesine sebep olur.
Diğer taraftan, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi adı altında devletin giderek artan ölçülerde bireyin özgürlük alanını kısıtlar hale gelmesi ülkedeki aslî sorun olarak dikkat çekmektedir. Bu şartlar karşısında yurttaşlık hukukunun ısrarla korunması tüm özgürlük arayışlarının çıkış noktası olmalıdır. Aksi takdirde, ifade özgürlüğünün baskılandığı, muhalif grupların sindirilmeye ve gazetecilerin hapishanelere doluşturulmaya devam ettiği bir ülkede azınlık hukukunun gelişeceğini ve etnik meselelerin kalıcı bir çözüme kavuşacağını düşünmek hayalcilikten öteye gidemeyecektir.