Kadına Yönelik Şiddetin Önlenmesi ve Patriarkaya Karşı Mücadele

ZUHAL YEŞİLYURT GÜNDÜZ

“Şurasını iyi bilmek gerekir ki ne erkekler kadınlara hizmetkâr, ne de kadınlar erkeklere cariye olmak için yaratılmıştır… El ve ayak, göz, akıl gibi vasıtalarda bizim erkeklerden ne farkımız vardır? Biz de insan değil miyiz? Yalnız cinsimizin ayrı oluşu mu bu halde kalmamıza sebep olmuştur? Bunu hiçbir sağduyu kabul etmez…” Bu cümleleri günümüzde yaşayan bir kadından duymak, okumak mümkün olabilirdi. Gerçekte bu sözleri Rabia Hanım Terakk-i Muhadderat kadın dergisinden 1868 yılında dünyaya haykırmıştır.

Benzer bir şekilde Hanımlara Mahsus Gazete’nin 1885 yılında yayınlanan 2. sayısında Fatma Aliye kadınların eğitim hayatını engellemeye çalışan erkekleri açıkça eleştirmiş ve açıkça “erkek iktidarı” ifadesini kullanmıştır. Erkek iktidarı, yani ataerki, yani patriarka.

Kaç yıl geçti aradan. Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Devrimler, reformlar, yenilikler… Gel gör ki “erkek iktidarı” varlığını sürdürerek devam ettirdi. Feminist Uluslararası İlişkiler teorisyeni Prof. Dr. Cynthia Enloe’ya göre patriarka çok güçlü bir olgudur, kendini zamanın ruhuna göre konumlandırabilmekte ve bu şekilde güçlenebilmektedir. Patriarkanın bazen şekil değiştirerek, bazen hızını, gücünü, sesini, şiddetini artırarak devam edebilmesi işte bu yüzden mümkün olmuştur. Patriarka gündelik hayattaki cinsiyetçilik ve cinsiyet ayrımıdır; kadın düşmanlığıdır ve cinsiyet eşitsizliğidir. Patriarka kadına yönelik şiddettir; kadın cinayetleridir. Kadınların korkmasını, sinmesini, şiddet görmesini, acı çekmesini, öldürülmesini olağan gören bir sistemdir. Ve devletin koruma görevini yerine getirmemesidir.

17 Mayıs 1987 günü Türkiye’de kadına yönelik şiddetle mücadelede bir dönüm noktasıdır. 1980 darbesi sonrası resmi izinle gerçekleştirilen ilk eylem olmasının yanı sıra ilk kez üç bin kadının başkaları için değil, bizzat kendileri için, yaşam hakları, şiddetsiz bir yaşam sürme hakkı için mücadele ettikleri simgesel, devasa bir eylemdi. Çıkış noktası hamile ve iki çocuk annesi bir kadına eşinin şiddet uygulamasına karşı açtığı boşanma davasında hâkimin, “Kadının sırtını sopasız, karnını sıpasız bırakmamak gerekir” diyerek boşanmalarını reddetmesi olmuştur.
Bu yürüyüş kadınları ve çocukları şiddetten koruyacak yasal düzenlemelerin eksikliğine karşı da bir eylemdi aynı zamanda. Psikolojik, ekonomik, cinsel, fiziksel şiddete uğrayan bir kadın en iyi ihtimalle bunu boşanma nedeni olarak ifade edebilmekteydi fakat şiddeti uygulayan erkeğe karşı ne bir yargılama ne bir cezai işlem söz konusu değildi. Çünkü böyle bir eylem “suç” olarak tanımlanmamıştı o zamanlar. Devlet aile işlerine müdahale etmezdi. Yaygın bakış ve anlayış buydu.

Oysaki bu müdahale etmeme durumu hem Türkiye Cumhuriyeti’nin Anayasasına hem de Türkiye’nin imzalamış olduğu farklı uluslararası sözleşmelere aykırıydı. Anayasanın 41. Maddesine göre “Aile, Türk toplumunun temelidir ve eşler arasında eşitliğe dayanır. Devlet, ailenin huzur ve refahı ile özellikle ananın ve çocukların korunması ve aile planlamasının öğretimi ile uygulanmasını sağlamak için gerekli tedbirleri alır, teşkilâtı kurar.”

Uluslararası Sözleşmeler bağlamında ise 18 Aralık 1979 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda kabul edilen CEDAW (BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Tasfiye Edilmesi Sözleşmesi) 1985 yılında Türkiye tarafından onaylanmış ve 14 Ekim 1985’te Resmî Gazete’de yayımlanmıştır. CEDAW “kadınlar için bir haklar bildirgesi, devletler için bir yükümlülükler manzumesidir.”

Ulusal ve uluslararası yükümlülüklerin ışığında ve başta Kadın Dayanışma Vakfı, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı ve Kadının İnsan Hakları Yeni Çözümler Derneği gibi kadın örgütlerinin ve güçlü kadın hareketinin mücadelesi sonucunda 14 Ocak 1998 tarihinde 4320 sayılı “Ailenin Korunmasına Dair Kanun”un kabulü ile birlikte Türkiye’de ilk kez aile içi şiddeti önlemeyi hedefleyen bu yasal düzenleme ile devletin şiddetin önlenmesindeki yükümlüğü hukuki bir zeminde ifade bulmuştur. Bu kanunun yürürlüğe girmesinin önemli olmakla birlikte hem adı hem içeriğindeki sınırlılık kadın hareketi tarafından eleştirilmeye devam edilmiştir. Kanunun aile içi şiddeti önlemeye yönelik bir kanun olmasından dolayı adının “Ailenin Korunmasına Dair Kanun” değil “Aile İçi Şiddeti Önleme Kanunu” olmasının gerekliliği ortadadır. Bunun yanı sıra şiddete uğrayan kadınlar için maddi ve hukuki destek sağlanması ve bağımsız kadın sığınaklarının sağlanması da talepler arasındaydı. 4320 sayılı Kanun ile ilgili bir diğer sorun da bazı muğlak kalan ifadeleri olmuştur. Kanun “eşlerden birinin veya çocukların veya aynı çatı altında yaşayan diğer aile bireylerinden birinin veya mahkemece ayrılık kararı verilen veya yasal olarak ayrı yaşama hakkı olan veya evli olmalarına rağmen fiilen ayrı yaşayan aile bireylerinden birinin aile içi şiddete maruz” kalanları kapsıyordu ve bu durumda olanlar farklı tedbirlere başvurabiliyordu. Fakat gündelik uygulamalarda boşanmış, dini “nikahlı” olan ya da evli olmayan kadınlar için koruma kararı konusu tartışmalara ve yoruma açık kalıyordu ve hakimlerin tutumlarına göre kararlar veriliyordu. Kanunun geniş kesimlerin bileceği şekilde yaygınlaştırılamaması ve yeterli biçimde bilinmemesi kadınların haklarını gerektiği şekilde kullanamamalarına neden oluyordu.

4320 sayılı Kanun’un yetersizliği kadınların yaşadıkları şiddet karşısında devletin yükümlülüğünü yerine getirmeyip kadınların uğradığı şiddeti görmezden gelmesi ve kadınları yeterince koruyamaması ile birlikte kadın cinayetlerinin artması sonucu daha da belirginleşmekteydi. Tam da bu süreçte bir kadın yaşadığı dramın sonucu bir simgeye ve uluslararası bir sözleşmenin temel nedeni olacaktı. Nahide Opuz 1995 yılında evlenmiş olduğu eşinin kendisini ve annesini altı kez öldürmeye çalışması nedeniyle 1996’da boşanma talep etti. Nahide Opuz 36 (!) kez polise gidip şikâyet etmesine karşın eşi bir kez olsun tutuklanmamıştır. 2002 yılında Nahide Opuz şiddetten kurtulabilmek için annesinin desteği ile evi terk etmeye çalışırken eşi annesini öldürmüştür. Buna rağmen serbest kalan katil Nahide Opuz’a ölüm tehditlerine devam etmiştir. Opuz davası Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nde görülmüştür ve karar ile birlikte ilk defa kadına yönelik şiddet, ayrı bir şiddet türü olarak ve kadınların sadece kadın oldukları için bu şiddete maruz kaldıkları kabul edilmiştir. Dolayısıyla şiddetin cinsiyet temelli olduğu ve toplumsal cinsiyetle bağlantılı bir olgu olduğu belirtilmiştir. Opuz kararı ile Türkiye devleti bir kadını koruyamadığı, korumadığı için mahkûm edilmiştir.
Opuz kararının ışığında Türkiye’de hükümet kadın örgütlerinin bilgi, birikim ve yoğun çabaları ile birlikte kadına yönelik şiddetin önlenmesini uluslararası düzeye çıkarmayı amaçlamıştır. Bu yolda en çok emek veren isimlerin başında Prof. Dr. Feride Acar gelmektedir. Türkiye’nin kurucu üyesi olduğu Avrupa Konseyi’nde Türkiye’nin dönem başkanlığına yetişmesi ve dolayısıyla “İstanbul” ismini alabilmesi için de ayrıca uğraşılmıştır. İstanbul Sözleşmesi, yani “Kadına Yönelik Şiddet ve Aile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye Dair Avrupa Konseyi Sözleşmesi” 11 Mayıs 2011 tarihinde imzalanmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nin ışığında 6284 sayılı “Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun” çıkarılmıştır. İstanbul Sözleşmesi’nde bulunmamasına rağmen 6284 sayılı Kanunda “ailenin korunması” kavramına neden gerek duyulduğu tartışmalara neden olsa da 6284 sayılı Kanun 4320 sayılı Kanunun çok ötesindedir.

İstanbul Sözleşmesi hem kadınları hem kız çocuklarını hem de oğlan çocuklarını her türlü toplumsal cinsiyet temelli şiddetten korumaktadır. Denetim mekanizması olarak getirdiği GREVIO ile hem hükümetlerin raporlarını hem de kadın örgütlerinin gölge raporları istemektedir. Kadın sığınma evleri ve diğer destek mekanizmalarının sağlanmasını talep etmektedir. İstanbul Sözleşmesi şiddete karşı mağdurun korunması ve şiddetin önlenmesi için devlete en üst seviyede görev vermektedir. “İstanbul Sözleşmesi yaşatır”, uygulandığı sürece yaşatır, koruyucu ve önleyici tedbirler sayesinde kadınları ve çocukları koruyabilmektedir.

Şiddet asla bireysel, kişisel bir mesele değildir. Şiddet her zaman politiktir. Şiddetin önlenmeye çalışılıp çalışılmadığı da elbette politik bir meseledir. Dolayısıyla bir hükümetin demokrat olma iddiası ile kadına ve kız ve oğlan çocuklarına yönelik şiddeti engellemeye ve önlemeye yönelik ciddiyeti, çabaları ve başarıları birbiriyle bağlantılıdır. Bir devletin ciddiyeti aynı zamanda anayasasına ve insan haklarına uymasıyla kendisini göstermektedir. Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’nın 10. Maddesi bu bağlamda yol göstericidir.

X. KANUN ÖNÜNDE EŞİTLİK
MADDE 10 – “Herkes, dil, ırk, renk, cinsiyet, siyasî düşünce, felsefî inanç, din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin kanun önünde eşittir.
(Ek fıkra: 5170 – 7.5.2004 / m.1) Kadınlar ve erkekler eşit haklara sahiptir. Devlet, bu eşitliğin yaşama geçmesini sağlamakla yükümlüdür.”
Devlet kanun önündeki eşitliği – fırsat eşitliğini değil sadece – gerçek anlamda eşitliği, eşit hakları, güven içinde yaşamayı sağlamak zorunda. Kadınlar ve erkekler bu ülkede hala eşit olarak görülmüyorlarsa bu bizzat devletin görevini yerine getirmemesinden kaynaklanmaktadır.

Fatma Aliye’nin 1885 yılında ifade etmiş olduğu “erkek iktidarı” süregelmekte, ataerki gücünü korumaktadır. Patriarka sosyal dünyada tüm tarihi yapılarda olduğu gibi insanlar tarafından inşa edilmiştir ve fikir olarak insanların ona inanmasına ve yaşatmasına ihtiyacı vardır. Dolayısıyla patriarkanın “Kendi çıkarlarını veya hizmet ettikleri kurumların çıkarlarını korumaya çalışan belirli kişilerin kasıtlı eylemleri”ne ihtiyacı vardır. Bundan dolayıdır ki Cynthia Enloe bizleri zamanın ilaç olabileceği ve zamanla bir şeylerin kendi kendine değişeceği inancını bırakmaya ve “feminist merak” (“feminist curiosity”) ile düşünmeye davet eder. Patriarka insanlar tarafından yapıldığına göre insanlar tarafından yıkılması da mümkündür. Dolayısıyla değişime açıktır. İnsan eliyle yaratılan her olgu, her düşünce yine insan eliyle yok edilebilir. Erkek iktidarına, patriarkaya son verecek olan zaman değildir, kesişimsel, ulus ötesi, küresel feminist hareket, kadın örgütleridir ve kadınların bizzat kendileridir. İstanbul Sözleşmesi yaşatır!

Yorum bırakın