Dış Politikada “Fabrika Ayarlarına” Dönmek, Birçok Sorunu Kendiliğinden Çözer!

Adalet ve Kalkınma Partisi dönemi Türkiye – Rusya Federasyonu ilişkileri, devletler arası ilişkilerden ziyade liderler arası ilişkiler temelinde geliştirilmiş ve bu şekilde yürütülmüştür. Cumhuriyet tarihimiz boyunca, özellikle SSCB döneminde iktisadi alanda stratejik sayılabilecek bir ilişki söz konusuyken, Rusya Federasyonu’nun ilk on yılında ilişkiler siyasi boyut kazanarak rekabetten ortaklığa giden bir çizgide devam etmiştir. Mavi Akım doğal gaz boru hattı projesinin dış baskılara rağmen gerçekleştirilmesi iki ülke arasındaki karşılıklı bağımlığı daha da arttıran sonuçlar üretmiştir. Özellikle, Orta Asya’daki rekabet süreci, nihayet 16 Kasım 2001 tarihinde Türkiye ve Rusya Federasyonu Dışişleri Bakanları tarafından imzalanan Avrasya’da İşbirliği Eylem Planı’yla yeni bir döneme evrilmiştir.
AKP’nin ilk yıllarında kurumlar arası ilişkiler temelinde yürütülmeye çalışılan dengeli ve ölçülü işbirliği, özellikle hayata geçirilemeyen Samsun – Ceyhan petrol boru hattı projesi ve 2010 yılında imzalanan Akkuyu Nükleer enerji santrali anlaşmasıyla yeni bir sıçrama yapmıştır.
AKP dönemi Rusya ile ilişkilerimizde önem arz eden bazı kritik gelişmeler, bugünkü ilişkilerin niteliğini belirlediği gibi AKP sonrası dönemde de etkileri devam edecek olan sonuçlar üretmiştir.
Bu gelişmeleri şöyle sıralayabiliriz:
– Gezi Süreci,
– 24 Kasım 2015’de Rus Su-24 uçağının düşürülmesi,
– 27 Haziran 2016’da Rusya’dan özür dilenmesi,
– 15 Temmuz 2016 Fetö darbe girişimi ve Rusya’nın dahli ile ilgili şehir efsaneleri,
– 10 Ekim 2016’da Türk Akım doğal gaz boru hattı projesinin imzalanması ve aynı gün Rusya’nın Türkiye’ye S-400 savunma füzesi satışının gündeme gelmesi,
– 19 Aralık 2016’da Rusya’nın Ankara Büyükelçisi Karlov’un öldürülmesi,
– 20 Aralık 2016’da Moskova’da, Türkiye, Rusya ve İran’ın Suriye’de ortak hareket edilmesini sağlayan Astana sürecini başlatan Mutabakat Zaptı’nın imzalanması.
Gezi Süreci: Batı medyasında puan kaybeden ve imaj sorunuyla karşılaşan Başbakan Erdoğan’ın, Putin liderliğindeki Rusya ile ilişkileri geliştirmeye yöneleceği, dış politikamızda Rusya’nın öne çıkacağı bekleniyordu. Zira, Rusya da, renkli devrimler bağlamında, Gezi sürecini kitlesel hareketlere emsal teşkil edeceği düşüncesiyle tehdit olarak algılamıştır. Rusya medyası Gezi’yi görmezden geldi. Rusya’nın yönetim biçimi ve Putin’in şahsında simgeleşen otoriter rejimin Türk demokrasisi! için tehdit oluşturmayacağı aşikardı. Nitekim, 20 Haziran 2013’de T24’de yayınlanan bir yazımda, Gezi sonrası Rusya ile özellikle silah ticareti ve üretimi alanında somut adımların atılacağını da ifade etmiştim. Bu süreç, 15 Temmuz 2016 Fetö darbe girişimi sonucu iki ülke arasında savunma sanayi alanındaki işbirliğinin somutlaşmasını beraberinde getirdi. S-400 alımı hem Su-24’ün diyeti hem Fetö darbe girişiminden sonra ‘nokta korumasına’ yönelik zorunluluk açısından NATO dışı bir sistem arayışıydı.
Uçak krizi: Bu dönem, iki ülke arasındaki ilişkiler açısından Cumhuriyet tarihinin en gergin dönemidir.. İkili ilişkilerdeki hasar tespiti ve hasarın onarılması süreci hala tamamlanabilmiş değildir. Kriz döneminde Türkiye açısından kritik tarih, Rusya’nın, Türkiye’yi Suriye’de İŞİD ile işbirliği yaptığı yönündeki resmi suçlamadır. Rusya’nın Birleşmiş Milletler temsicisi V. Churkin’in Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’ne bu konuda yazmış olduğu 10 Şubat 2016 tarihli mektup, Türkiye’nin Rusya’dan özür dilemesi kararında milattır. Rusya ile ilişkiler 2016 yazında tekrar tesis edildiğinde, Türkiye’nin Akkuyu Nükleer Enerji Santralinde yeni ve TBMM’de onaylanan anlaşmada olmayan ilave tavizler vermesine ve Rusya’dan önce TürkAkım anlaşmasını onaylayarak yürürlüğe koymasına şahit olduk. Fırat Kalkanı harekatıyla daha 6 ay önce İŞİD’le işbirliği sorgulanan Türkiye’nin, Suriye sahasına geri dönmesinin önü açılmıştır. Türkiye’nin İŞİD ile somut mücadelesinin Al – Bab’ta Rusya’nın baskısıyla gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Bu süreçte maalesef 80’den fazla şehit verdik.
Karlov suikasti ve Moskova Mutabakatı: Uçak krizinin yarattığı olumsuz hava giderilmeye çalışılırken yaşanan bu suikast, Türkiye – Rusya ilişkilerinde Türkiye’nin kendisini daha da mahcup hissetmesine yol açmıştır. Bu olayın gölgesinde, ertesi gün, Astana sürecini başlatan Moskova Mutabakat Zaptı imzalanmıştır. Aslında, Rusya’nın dış politika konseptinin 93. maddesinde yer alan Suriye politikasının ana hatlarıyla ve kopyala, yapıştır yöntemiyle hazırlanıp imzalanan bu Mutabakt Zaptı ile Rusya, İran ve Türkiye Suriye’de ortak hareket etme kararı almışlardır.
AKP sonrası dönemde Türkiye – Rusya ilişkileri:
A – Rusya’nın önceliği: Enerji Projeleri Akkuyu: Rusya, Sovyetler Birliği’nden devraldığı dış politika mirasına uygun şekilde hala, ilişkide olduğu ülkelerin muhalif kesimleriyle temas kurmuyor. Özellikle büyük çaplı enerji projeleriyle ilgili anlaşmalar yapıldıktan hemen sonra, iktidar değişiklikleri meydana geldiğinde Rusya’nın çaresiz biçimde yeni hükümetle temas kurmaya çalıştığı bilinmektedir. Nitekim, Mavi Akım projesi daha inşa halindeyken, ülkemizdeki iktidar değişikliği sırasında bu projenin geleceği açısından Rusya’nın çaresizliğine yakından şahit olduğumu ifade edebilirim. Türkiye’de olası bir iktidar değişikliğinde, Akkuyu ve TürkAkım projeleri, eğer bugünkü statüleri değişmezse, Rusya’nın hemen gündeme getireceği konular olacaktır. Bu projeler Rusya’nın yumuşak karnını oluşturmaktadır.
Bu nedenle yeni iktidarın bu iki konuda hazırlıklarını tamamlamış olması büyük önem arz etmektedir. AKP döneminde imzalanmış anlaşmalarda, Türkiye’nin müzakere sürecinde, eli güçlü olmasa da, gündeme getireceği bazı hususlar mevcuttur. Örneğin, TBMM’de onaylanmış Akkuyu anlaşmasındaki açık hükümlere rağmen, daha sonra sağlanan çeşitli imtiyazlar söz konusudur. Anlaşma ile ilgili hukuki süreçler devreye girdiğinde zaten daha da gecikecek bu proje için yeniden, en baştan müzakere yapılması olası görünmektedir. Rusya, bu proje için bugüne kadar sağladığı sermaye (+3 Milyar dolar) girişinin ötesinde, yaklaşık 60 yıl faaliyet gösterecek tesis için siyasi risklere karşı Türkiye’nin projeye ortak olmasını beklemektedir. Bilindiği üzere, 2010 yılında imzalanan anlaşmada yer alan yüzde 49’luk hisse devri konusunda Türkiye bugüne kadar adım atamamıştır. Hisse devri konusunun anlaşmaya dahil edilmesinin siyasi ve rant paylaşımıyla ilgili bir arka planı olduğunu düşünmekteyim.
TürkAkım: Bu doğal gaz boru hattı projesinin hala ticari bir anlaşması mevcut değildir. AKP iktidarı döneminde eğer ticari bir sözleşme imzalanmazsa, bu yöndeki müzakereler Türk – Rus ilişkilerinin yeniden rayına oturtulması açısından bir fırsat yaratacaktır. AKP iktidarının ilk yıllarında Rusya ile yapılan hatalı müzakereler sonucu, 3 ayrı ticari sözleşme ile ithal edilen doğal gazın fiyat formülünü, Hilmi Güler döneminde Türkiye tek formüle indirgemiş ve ülkemizin milyarlarca dolar daha fazla ödeme yapmasına neden olmuştur. Şu an Batı hatlarından taşınan doğal gazın taşınması için alternatif güzergah olarak inşa edilen TürkAkım’dan gelecek gaz ile, önümüzdeki yıllarda süresi sona erecek ve kendisini zaten finanse etmiş Mavi Akım’dan gelecek gazın fiyat formülünün mutlaka farklı olması gerektiği hususunda ısrarcı olunmalıdır.
B – Üçüncü ülkeler üzerinden Türkiye – Rusya ilişkileri: Öncelikle ifade etmeliyiz ki, Rusya ile liderler arası ilişkinin niteliğine göre şekillenen bugünkü ilişki biçiminin yerini yeni dönemde devletler – kurumlar arası ilişkilerin alacak olması son derece pozitif sonuçlar doğuracaktır. Zaten, Rusya tarafı, bugün dahi Türkiye ile ilişkilerinde devlet aklıyla, kurumsal akılla hareket etmektedir. Putin’in, ekran yüzü olmanın ötesinde kişisel bir inisiyatifi olduğu düşünülmemektedir.
Bugün Türkiye ile Rusya arasındaki bir numaralı sorun ‘güven’ sorunudur. Son derece önemli ve ağırlığı olan bir sorun olmasına rağmen, ikili ilişkilerde güven ortamının yaratılması son derece kolaydır ve bizim atacağımız adımlara bağlıdır. Siyasi sorunlar bir tarafa, Sputnik V aşısıyla ilgili süreç de, tıpkı Akkuyu süreci gibi ve TürkAkım süreci gibi güven ortamının zedelenmesine yol açmıştır.
Türkiye, SSCB döneminde de Rusya Fedarasyonu’nun ilk yıllarında da Rusya dış politikası açısından ağırlığı olan, stratejik önemi haiz güney komşusu olarak değerlendirilmiştir. Türkiye kısa sürede, günlük ve iç politika odaklı açılımlar yerine uzun vadeli bir perspektife dönmelidir. Böylelikle sahip olduğu nitelikli konuma kısa sürede dönerek rekabetten ortaklığa giden yolda aşama kaydedebilecektir. Geçtiğimiz günlerde, hem Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un hem Bakanlık Sözcüsü Zaharova’nın açıkça belirttiği “Biz de Türkiye’nin etnik problemleriyle ilgilenmek zorunda kalırız” ifadesi son derece sert ve meydan okuyan bir söylemdir. Ancak, bu durum bize, 1990’lı yıllardaki iki farklı gelişmeyi; Çeçenistan iç savaşına yönelik eylem ve söylemler ile Abdullah Öcalan’ın Rusya’dan çıkartılmasında Türkiye’nin kullandığı yumuşak gücü hatırlatmaktadır. Türkiye’nin dış politikada fabrika ayarlarına dönmesiyle birlikte, birçok sorunun kendiliğinden çözüleceği düşünülmektedir.
Bilindiği gibi, Türkiye – Rusya ilişkileri aynı zamanda Suriye, Libya, Dağlık Karabağ ve Kırım üzerinden de şekillenmektedir. Yeni dönemde, Türk dış politikasında çizilecek genel çerçeve ile Suriye ve Libya başlıkları, Rusya ile sorun yaratma potansiyeline sahip olmayacaktır.
Dağlık Karabağ konusunda ise, Türkiye’nin Ermenistan ile ilişkileri geliştirme yönünde atacağı adımlar, Rusya ile rekabeti de beraberinde getirecektir. Aslında, Rusya, Azerbaycan ve Ermenistan liderleri tarafından 11 Ocak 2021 tarihinde yayınlanan Ortak Açıklama ile 10 Kasım 2020 tarihli barış anlaşmasının hayata geçirilebilmesi için ulaştırma koridorlarına yönelik hazırlık çalışmaları detaylandırılmaktadır. Bunun için 1 Mart 2021’in nihai tarih olarak belirtilmesine rağmen Türkiye, Rusya – Ukrayna krizinde anlaşılmaz bir tutum takınarak, bu konuların gündemden düşmesine veya gecikmesine yol açmıştır.
Bu konu, Kırım politikamızda sağlanacak değişim ve gelişmelere paralel olarak farklı boyutlara evrilebilir. Kırım konusu, Rusya’nın dış politikasındaki en öncelikli konudur. Bu konuda geri adım atması, Kırım’dan vazgeçmesi söz konusu değildir. Kırım’ın işgali ve ilhakı, ya da Rusya’nın ifadesiyle, “Kırım’ın anavatana katılması” sürecindeki yöntemler bir tarafa bırakılarak, Türkiye’nin, Kırım’ın nüfusunun yaklaşık % 12’sini oluşturan Tatarların Rusya ile birleşmeden sonraki yaşam standartlarındaki değişime ve güncel görüşlerine odaklanarak, dış politikasında revizyon yapması gerekmektedir. Bu konu, önümüzdeki süreçte Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) daimi üyesi olan Rusya’nın Kıbrıs konusundaki pozisyonunu etkilemenin de yolunu açacaktır. Rusya’nın kendi coğrafyasında, arka bahçesi sayılan eski Sovyet Cumhuriyetleriyle sürdürmeye çalıştığı ilişki biçimine müdahil olmamak büyük önem arz etmektedir.