Dış Politikada Son 20 Yıl

Ak Parti’nin 2002’de iktidara gelmesinden günümüze kadar geleneksel Türk Dış Politikası’nda ciddi bir dönüşüm medyana gelmiştir. Geleneksel dış politika terk edilirken ittifaklar devam etmekle beraber önemli dalgalanmalar yaşanmıştır. Bu değişim elbette sadece Türkiye’nin komşularıyla ve Batıyla olan ilişkileriyle alakalı değildir. İçeride yaşanan değişim de Türkiye’nin dış ilişkilerini olumsuz yönde etkilemiştir. Demokrasiden ve hukuk devletinden uzaklaşmanın doğrudan bir sonucu da Türkiye’nin yalnızlaşması olmuştur. Kurumsal işleyişin terk edildiği bir ortamda liderler arası diplomasi öne çıkmış, kurallara ve yasalara bağlı bir dış politika anlayışı ile ehliyet ve liyakat ilkeleri kişiye bağlılık ve sadakatle yer değiştirmiştir.
Ak Parti döneminde dış politikada yaşanan değişimi üç aşamada incelemek mümkündür; 2002-2012 arası Avrupa Birliği ve Batı sistemiyle ilişkilerin iyi olduğu dönem, 2013-2017 arası gerçekleşen kırılma ve 2017 sonrası yeni rejimin dış politikaya etkileri.
2002 sonrası dönemde dış politikada, özellikle Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda Ak Parti’nin tavrı ve girişimleri hem ülke içinde hem de Kuzey Amerika ve Avrupa ülkelerinde önemli destek bulmuştur. Hükümetin o dönemki politikası İslami geçmişe sahip muhafazakâr bir partiden beklenmeyecek ölçüde Batıyla iyi ilişkileri önemsemiştir. Bu duruma 2008 ekonomik krizine kadar gerçekleşen ekonomik büyüme de eklenince Ak Parti’nin bu dönemde büyük bir destek bulduğu söylenebilir. Ancak bu dönemde ortaya çıkan iklimi Ak Parti, ilerleyen dönemde yoğunlaşacak otoriterleşmenin tahkimat aşaması olarak değerlendirmiştir. AB söylemi kaldıracıyla Ak Parti bürokrasi ve siyasal rakiplerini geriletmiş sonraki dönemin otoriter yönetiminin kurumsal çerçevesini hazırlamıştır.
İç politikada önce 2008 krizi, sonrasında artan otoriterleşme ve 2013 Gezi olayları ile birlikte Erdoğan yönetiminin tavrı, zaten demokratikleşme açısından sorunlu olan Türkiye’ye bakışın daha da olumsuz hale gelmesine sebep olmuştur. Dışarıda ise Türkiye-AB ilişkilerinin zayıflaması, yeni Osmanlıcılık söylemi ve Arap Baharı sonrasında izlenen yeni politika Türkiye’nin batıyla olan ilişkilerini sarsmıştır. Türkiye’nin Ortadoğu’da liderlik iddiası Erdoğan’a Ortadoğu’da popülerlik kazandırırken dış politikada dönüşümlerin başlamasına yol açmıştır. Bu dönemden sonra Erdoğan yönetimi Batıyla zayıflayan ilişkileri Katar, Rusya ve Çin’le geliştirerek dış politikada denge sağlamaya çalışmıştır.
Aslında Ak Parti döneminde dış politika incelendiğinde Türkiye’nin 2008’e kadar eriştiği ekonomik büyüme, Erdoğan yönetimini ülkeyi bölgesinin lideri konumuna getirme ve daha bağımsız hareket etme konularında cesaretlendirilmiştir. Fakat bu cesaret ve iki konudaki çabalar pratiğe döküldüğünde bu iddiaları gerçekleştirmenin o kadar kolay olmadığı, hatta geneline bakıldığında bu iddiaların uygulanan yöntemlerle büyük bir çelişki içerisinde olduğu gelinen noktada açıklıkla ortaya çıkmıştır. Sadece Suriye’deki iç savaş bile Erdoğan yönetiminin dış politikada ne kadar hesapsız ve öngörüsüz davrandığını göstermektedir. On yılı aşan iç savaşta hala siyasi çözüm ortaya çıkmamıştır ve Suriye sorunu ülkemiz için en önemli güvenlik riski olmayı sürdürmektedir.
Uluslararası alanda Türkiye’yi önemli kılan en önemli husus şüphesiz laik ve demokratik bir devlet olmasıdır. Türkiye’nin bu başarısını Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan Cumhuriyetin İslam, laiklik, çağdaşlaşma ve demokrasi alanlarında büyük bir sentezi başarmasına borçludur. Bu özellikleri Türkiye’yi gelişmekte olan ülkeler ve İslam dünyası için bir örnek yapmıştır. Fakat gelinen noktada ülkenin bırakın diğer ülkelere örnek olmasını, söz konusu ülkelerin de gerisine düştüğü bile söylenebilir. Türkiye demokratikleşme ve ekonomik gelişme perspektifiyle Ortadoğu’nun Arap ve Arap olmayan ulusları için önemli bir örnek iken özellikle son yıllarda parıltısını yitirmiş durumdadır.
Tüm bunlar yaşanırken parlamentonun önemsizleşmesinden de (özellikle 2017’deki sistem değişikliğinden sonra) bahsetmek yerinde olacaktır. Meclisin etkisizleştirilmesi ve farklı uzman görüşlerinin dikkate alınmaması dış politikadaki tercihleri de etkilemektedir. Ülkenin dış politika kamuoyunun eleştirel ve rasyonel bir tartışmaya dayalı olarak oluşması iktidarın baskıcı politikaları nedeniyle mümkün olamamaktadır. Ülkenin en önemli güvenlik meseleleri son derece sığ bir perspektifle tartışılmakta ve siyasi tartışmalar hain-kahraman ikiliğine sıkıştırılmaktadır. Aslında 2017 referandum kampanyası sırasında kullanılan popülist dil ve Avrupa ülkelerini ve yöneticilerini aşağılama bu durumun bir habercisi gibiydi. Sonuçta AB hedeflerini terk edip Şangay Beşlisi’ne katılmayı hedefleyen bir Türkiye manzarası ortaya çıktı. Buna karşılık böylesi bir hedefin gerçekçi olmadığı ve Şangay Beşlisi’nin Batı ittifakının alternatifi olmadığı acı tecrübeler sonucu ortaya çıktı.
Dış politikada bu kadar inişli çıkışlı olaylar yaşanırken belki de Ak Parti’nin en büyük başarısı tutarsız ve gerçekdışı dış politikasını çok önemli bir vizyon gibi halkın önüne koyması ve bunu milliyetçi-muhafazakar söylemle tahkim ederek destek bulmasıdır. Daha başından tutarsızlıklar ve belirsizlikler içermesine rağmen Ak Parti’nin dış politikada karşıtlıklar üzerinden bir söylem üretmesi özellikle Ak Parti seçmeninde karşılık bulmuştur. Fakat Türkiye gibi bölgesel güç olarak kabul gören, Ortadoğu gibi siyasi ve sosyal açıdan karmaşık bir bölgede izlenen dış politikanın tutarlı olması ve verilen kararların çok boyutlu olduğu göz önünde bulundurularak hareket edilmesi gerekir. Bu bakımdan çok taraflılığa dayalı bir diplomasi vizyonu, ehliyet ve liyakat temelinde kurumsal işleyiş, çatışmaların diyaloğa dayalı bir şekilde çözümü ve demokrasi ile hukukun üstünlüğünün dış politikaya da egemen olması durumunda Türkiye’nin önünde yepyeni kapılar açılacaktır. Ak Parti döneminde geçen yirmi yıl dış politikada büyük kayıplara neden olsa da Türkiye’nin bu darboğazı aşacak gücü ve kapasitesi vardır. Yeter ki ehil ellerde ve demokratik ilkelere dayalı bir yönetim olsun.