Avrupalı ve Avrupa Birliği Üyesi Türkiye

YUNUS EMRE

Geçtiğimiz Şubat ayında Genel Başkanımız Sayın Kemal Kılıçdaroğlu AB üyesi ülkelerin büyükelçilerine ve Avrupa’daki kardeş partilerin liderlerine bir mektup yazdı. Avrupalı Türkiye vizyonunu sahiplenen bu mektupta Kılıçdaroğlu, İkinci Genel Başkanımız İsmet İnönü’nün Türkiye ve AB arasındaki ilişkileri kuran 1963 tarihli Ankara Anlaşmasını imzalarken söylediği şu sözleri hatırlattı: “Beşeriyet tarihi boyunca insan zekâsının vücuda getirdiği en cesur eser.” İnönü, Avrupa Bütünleşmesini bu sözlerle tanımlıyordu. Genel Başkanımız yine mektubunda ünlü Alman filozof Immanuel Kant’ın “Daimi Barış” kavramını da gündeme getirdi. Daimi Barış kavramının barındırdığı bütüncül ve evrensel bir insanlık anlayışının verdiği ilhamla Kılıçdaroğlu, Avrupa ve Avrupalılık kavramlarının salt ulusal ve dinsel bakış açılarıyla ele alınmasının eksiklik olacağını hatırlattı.

CHP olarak Türkiye’nin yerini tarihsel olarak da güncel olarak da Avrupa’da görüyoruz. Türkiye’nin Avrupa Birliği üyesi olabilmesi için her platformda gayret gösteriyoruz. Ancak bizim muhalefet olarak gayretlerimizin çok ötesinde engeller bulunduğunu not etmek gerekiyor. Bu engellerin kimi Türkiye’de bulunan Ak Parti yönetiminin tercih ve politikalarından kaynaklanırken kimileri ise AB içinden kaynaklanıyor.

Avrupalı Türkiye vizyonunun gerilemesi ve Türkiye’nin Avrupalı bir ülke olmadığı kanaatinin kökleşmesinin Avrupa’dan kaynaklanan nedenlerinin başında kimi Avrupalı politikacıların vizyonsuzluğu yer almaktadır. Avrupa kimliğini ve Avrupalılığı Hristiyan uygarlığıyla ve onun değerleriyle tanımlayan bazı muhafazakar politikacılar, Türkiye’nin Avrupa’da bir geleceğinin olamayacağını düşünüyor. Bu görüşlerin AB’nin iki önemli ülkesi Fransa ve Almanya’da 2000’li yılların ikinci yarısında iktidara taşınmasıyla birlikte Türkiye’nin önündeki engeller tahkim edilmiş oldu. Bu bakımdan Avrupa siyasetinde sol hareketlerin gücündeki göreli azalma Türkiye için büyük bir talihsizlikti. Son aşamada aydınlama geleneğinin tarihsel olarak devamı niteliğindeki sol ve ilerici hareketler Avrupalılığı dini değerlere referansla değil demokrasi, yurttaşlık ve insan hakları ilkeleriyle değerlendiren kozmopolit bir Avrupa yurttaşlığı düşüncesine açıktı. Son dönemde sosyal demokratların özellikle Almanya’daki gerilemesine Türkiye açısından bu alandaki olumsuzluğu arttıracaktır. Bu duruma rağmen yeşil hareketin yükselişe geçmesini ise olumlu olarak not etmek gerekmektedir. Yine bu alanda Türkiye’yi etkileyen bir diğer gelişme ise Avrupa siyasetinde aşırı sağ akımların güç kazanması oldu. Bu akımlar göçmen karşıtlığı, anti-semitizm ve İslam karşıtlığı temelinde bir söylem inşa ederek sanayi sonrası toplumun yeni kaybedenleri olan ‘eski mavi yakalı’ çalışanların desteğini kazandılar. İşini kaybeden, yaşam koşulları gerileyen kitleleri bunun sebebinin göçmenler ve yabancılar olduğuna inandırdılar. Merkez partileri bu akımları izole etmek yerine aşırıcığa prim veren ve onlara kaptırdıkları toplumsal tabanı teskin eden bir konumda bulundular. Türkiye’nin AB üyeliğine de bu kapsamda yaklaşıldığını not edelim.

Avrupa’da yaygınlaşan Türkiye’yi AB üyesi yapmama politikasının bir önemli nedeni de Türkiye’nin büyük bir ülke oluşu ve AB’nin işleyişinde ağırlıklı bir rol sahibi olması endişesiydi. İngiltere’nin AB üyeliğinden ayrılmasının ardından AB üyesi 27 ülkenin nüfusu 445 milyona düştü. Geçtiğimiz yıl AB üyesi ülkelerde 4.7 milyon ölüm, 4.2 milyon ise doğum gerçekleşti. Özetle AB vatandaşlarının sayısı yaşlanan nüfus nedeniyle her yıl biraz daha azalıyor. Türkiye 83.6 milyon nüfusla AB’nin en büyük ülkesi Almanya’dan da fazla nüfusa sahip ve nüfus projeksiyonlarına göre Türkiye nüfusunun 2050’lere kadar artması bekleniyor. Bugün AB üyesi bir Türkiye olsa her altı AB vatandaşından biri Türk olacaktı ve bu oran yıllar içinde Türkiye lehine bir gelişme göstermeye devam edecek. Böyle büyük bir Türkiye’nin başta Avrupa Parlamentosu olmak üzere AB kurumlarında temsili AB içindeki güç paylaşımı bakımından önemli bir mesele. Ama hepsinden önemlisi böyle büyük bir ülkenin AB tarafından hazmedilmesi sorunsalı AB liderlerini endişeye sevk ediyor. 2004 yılında AB tarihinin en büyük genişlemesi oldu ve on ülke (Macaristan, Polonya, Letonya, Litvanya, Estonya, Malta, Güney Kıbrıs, Slovakya, Slovenya, Çekya) Avrupa Birliğine üye kabul edildi. Bu ülkelerin AB ile bütünleşmesiyle ilgili sorunların üyeliğin üzerinden 17 yıl geçmiş olmasına rağmen sürdüğünü ve Türkiye’nin nüfusunun bu on ülkenin toplamından daha fazla olduğunu hatırlatırsak; AB için Türkiye’nin üyeliğe kabulünün ne kadar ciddi bir mesele olduğu açıklıkla görülür.

Diğer iki sorun kadar önemli olmasa da Türkiye’nin AB üyeliğine engel olarak, Yunanistan ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’nin politikalarını bir başlık olarak eklemek gerekiyor. Yunanistan ve Kıbrıslı Rumlar öteden beri Türkiye ile var olan ikili sorunlarında arkalarına AB’yi alarak Türkiye’yi dengelemek gibi bir politika izliyorlar. Her iki ülkenin de uzlaşmaz tutumunun arkasında Türkiye’yi AB desteğiyle dengelemek anlayışı yer alıyor. Bu nedenle Yunanistan’da ve Güney Kıbrıs’ta AB üyesi bir Türkiye’nin bu iki ülkenin dış politikasında önemli bir zaafiyete yol açacağı düşünülüyor. Üyesi olduğu AB’yi, Türkiye’ye karşı kullanmak mümkün olmayacağı için Türkiye’nin üyeliğini engellemek için türlü oyunlara başvuruluyor. Yunanistan’ın ve Güney Kıbrıs’ın yegane gayreti Türkiye ile kendi aralarındaki ikili sorunları birer AB-Türkiye sorunu haline getirmek. Ayrıca hatırlatmak gerekiyor ki Kıbrıs ihtilafı sonuçlanmadan Güney Kıbrıs’ın AB üyesi yapılması AB açısından büyük bir hata oldu. Böylece AB hem sınır ihtilafı sürmekte olan bir üyeyi kabul etti hem de Türkiye karşısında AB’nin politikası küçücük bir ülke tarafından esir alınmış oldu. Oysa Yunanistan ve Güney Kıbrıs yönetimleri vizyoner bir politikayı sahiplense Türkiye’nin AB’deki yerini desteklemeleri gerekirdi. Böylece bir barış projesi olarak AB yoluyla ikili sorunların da çözümünün önü açılırdı.

Bütün bunların yanında Türkiye’nin AB kapısında bekletilmesinin Avrupalı bir ülke muamelesi görmemesinin ülkemizden kaynaklanan nedenleri de var. Bunların başında iktidarda bulunan Adalet ve Kalkınma Partisi’nin uygulamaları ve politikaları yer alıyor. Tanzimattan başlayarak Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde Türkiye çağdaşlaşma ve demokratikleşme yolunda önemli bir ilerleme kat etti. Türkiye’yi müslüman toplumlardan ayıran temel farklılık İslamla demokrasi, laiklik, insan hakları ve hukukun üstünlüğünün bir sentez olarak uygulanabileceğini göstermiş olmasıdır. Ancak Ak Parti döneminde Türkiye, bu tarihsel doğrultusundan hızla uzaklaşmıştır. İktidarın iç politikadaki otoriterleşme tercihine paralel olarak dışarıda da askeri gücü öne çıkaran, ittifakları önemsemeyen, diplomasi yerine çatışmayı ön planda tutan bir dış politika söylemi egemen oldu. Türkiye’nin de oniki kurucusundan biri olduğu Avrupa Konseyi – Türkiye ilişkileri bu alanda önemli bir örnek teşkil etmektedir. Türkiye, Avrupa Konseyi’ne çok erken bir tarihte üye olmuş ve yine Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesini erken bir tarihte kabul etmiştir. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin zorunlu yargı yetkisini, Türkiye’nin tanımasının üzerinden de otuz yılı aşkın bir süre geçmiştir. Bütün bu birikime rağmen bugün Türkiye Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin kimi kararlarının uygulanmadığı bir ülke konumundadır. Ayrıca unutmamak gerekir ki 2005 yılında Türkiye’nin AB’ye tam üyelik müzakerelerinin başlamasında temel etken, AB Zirvesi öncesi Türkiye’nin Avrupa Konseyi’ndeki Denetim Süreci’nden çıkarılmasıydı. Ancak 2017 yılında gerçekleştirilen anayasa değişikliğinin ardından Türkiye tekrar Avrupa Konseyi kapsamında Denetim Süreci’ne alınmıştır. Demokratik gelişmeyle denetimden çıkan bir ülkenin demokratik gerileme sonucu tekrar denetime girmesi, Avrupa Konseyi tarihinde ilk defa gerçekleşmiş bir gelişmedir. Türkiye’nin demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkeleri bakımında içinde bulunduğu durum Avrupa Birliği üyesi bir Türkiye imkanını ortadan kaldırmaktadır. İkinci Dünya Savaşı sonrası Avrupa milletleri yirminci yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen ve büyük yıkımlar yaratan iki büyük dünya savaşından, ondan önce gerçekleşen etnik ve dinsel çatışmalardan ve emperyalizm döneminden dersler çıkararak Avrupa kimliğini yeniden tanımladılar. Bu bakış açısına göre Avrupalılık eski ırksal saplantılardan ve dini bağnazlıktan arınmış olarak demokrasi, insan hakları ve hukukun üstünlüğü ilkeleriyle tanımlanıyordu. Avrupa Konseyi’nin kurulması ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin kabülü de bu vizyona dayanıyordu. Bugün için Türkiye’deki yönetimin tercih ve politikaları nedeniyle AB’den uzak bir Türkiye görüntüsü bulunsa da bu durumun hızla aşılması mümkündür. Unutmamak gerekir ki AB-Türkiye ilişkilerinde en önemli atılım dönemi demokrasi ve insan hakları sorunlarıyla geçen 1990’lı yıllardan sonra gerçekleşmiştir. Bugün de Erdoğanizm sonrası Türkiye’nin Avrupa Birliği ile ilişkilerini hızlı bir şekilde toparlaması mümkündür.

Bugün Avrupa ve Türkiye arasındaki ilişkilerin belki de tarihinin en kötü dönemlerinden birini yaşıyor. Yukarıda belirttiğim gibi bu durum ümit kırıcı olmamalı. Vizyoner politikacılar bu kısıtların ve sorunların üstesinden gelebilir. Avrupa tarihine bakıldığında Avrupa bütünleşmesi dahil olmak üzere bütün önemli ilerlemeler büyük sorunların ve krizlerin içinden çıkmıştır. 17. yüzyılda milyonlarca insanın hayatına mal olan mezhep savaşlarının içinden ulus devlet, egemenlik ve ulus devlet sistemi çıkmıştır. Açlığa karşı verilen mücadele ve kıtlıkların içinden ise adil fiyat ve ahlaki ekonomi kavramları onların sonucu olarak da sosyal devlet uygulamaları ortaya çıkmıştır. Fransız Devrimi sonrası ortaya çıkan savaşlar ve kargaşa ortamında ise ulusal egemenlik anlayışı, temsil, anayasa gibi bugün için olmazsa olmaz ilke ve uygulamalar doğmuştur. Yirminci yüzyılın en kanlı savaşları ve soykırımın bıraktığı yıkımdan da Avrupa entegrasyonu filizlenmiştir. Avrupalılara anlatmamız gereken en önemli husus şudur: Avrupalı bir Türkiye tarihsel olarak İslam toplumlarıyla Avrupa toplumları arasında tarihsel bir uzlaşmanın başlangıç noktası olacaktır. Bu uzlaşma Avrupa, Asya ve Afrika’da uygarlığın yeniden şekillenmesi, ekonomik gelişme ve barışın tesisi bakımından büyük bir atılım niteliğindedir. Biz Türkiye’nin Avrupalı geleceğine inanıyoruz. Yeter ki bu inancı yaygınlaştıralım.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: