Cumhuriyet, Kadın ve Siyaset

CANAN KAFTANCIOĞLU

Cumhuriyet’e dair çok şey söylendi, yazıldı, çizildi. Zaman içinde kimi tanımlamalar değişti, kimi tanımlamalarsa yerli yerine oturdu ama her durumda özgürlükçü, bağımsız, demokrasiyle taçlanmış  bir Cumhuriyet ideali kararlılığımız olmaya devam etti.

Cumhuriyet, her şeyden önce bir özgürlük vaadidir. İktidarın padişah ve efradından alınarak halka verilmesi, halkın özgürce kendi kendini yönetmesi bu vaadin temel önermesidir.

Bir siyasetçi ve kadın olarak Cumhuriyet tarihine baktığımda benim gördüğüm şey eski, köhne ilişkileri temsil eden bir devrin kapanışı, yerine halkçı yönelimin hâkim olduğu yeni bir devrin açılışıdır. İradesi tek bir adam tarafından teslim alınmış bir ilişkiler toplamının tasfiyesi anlamına da gelen bu yeni devir, kadınlar açısından önceki dönemle kıyas kabul etmez bir özgürleşme vaadi de içerir.

Kabul edersiniz ki bir şeyin vaat edilmesi onun -en azından hemen- gerçekleşeceği anlamına gelmez. Kadınlara seçme ve seçilme hakkını ilk veren ülkelerden biri olmakla övünürüz ki doğrudur. Ancak cümlenin akışı içinde geçen “verme” vurgusu Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren tartışmalı bir alana kapı aralamış, hakların yaygın bir mücadelenin sonunda değil de bir tür “tepeden inme” gerçekleşmesi eksikli bulunmuştur.

Öyle ya da böyle Türkiye’de kadın hareketinin güçlü olmasında medeni kanun başta olmak üzere, siyaset sahasıyla ve çalışma yaşamıyla ilgili olarak yapılan erken düzenlemelerin olumlu etkisi olmuştur. Cumhuriyetin kazanımları olarak ifade ettiğimiz başlıklar içinde kadınlarla ilgili düzenlemeler önemli bir yer tuttuğu, yaşanmışlıklar hafızaya kayıtlı olduğu için de kadın hareketinin tepkisi kuvvetli olmaktadır.

Dünyanın hiçbir ülkesinde kadın hareketinin yükselişi düz bir eğri izlemedi. Toplumsal hareketlerin doğasına uygun olarak inişli çıkışlı bir çizgide seyretti. Bu saptama, bizim ülkemiz için de geçerlidir.

Yine tüm dünyada olduğu gibi ülkemizde de erkek egemen baskıları vakarla, cesaretle karşılayanlar olmuştur ki bunların sayısı sanıldığından fazladır. Hangi birini sayayım?.. Türkan Saylan mesela. Hocamdır kendisi, meslektaşımdır. Daha çok lepra (cüzzam) çalışmalarıyla bilinir ama çağdaş kadın mücadelesindeki yeri bundan çok daha fazlasıdır. Özellikle hayatının son yıllarındaki duruşu, kendisine saldıranların onun şahsında Cumhuriyeti hedef almış olmaları, isminin ilham alınacak kadınlar bahsinde ilk sıralara yazılmasına yol açmıştır.

Tam da bu noktada cüzzamla bağıntılı olarak aklıma Furûğ Ferruhzâd geldi.

Furûğ, Hâfız-ı Şîrazî, Şâdî-i Şirâzî gibi büyük isimlerin beyitlerinin dini metinler gibi ezberlendiği bir coğrafyada, şiirin değil belki ama şairin “erkek” olduğu bir ülkede şiir yazmaya cüret etmiştir. Üstelik bunu salt kadınlık hali üzerinden değil, dini söylemlerin ve feodal kuşatmanın kuşattığı kadın konumlandırmasına doğrudan karşı çıkarak yapmıştır. İlk kitaplarında; giriştiği kavganın zorluklarını bilerek kendini “günahkâr”, “kötü şöhretli” biri olarak tanımlamış, baskıcı ataerkil cendereden kurtulmak için “ölümüne” bir mücadele vermiştir. Ancak bu iyi şairin Türkan Saylan vesilesiyle aklıma düşmesi, ezber bozan kişiliğinin çok yönlü yapısı, daha çok da yukarıda da belirttiğim gibi cüzzamla ilgili yaptığı bir belgesel nedeniyledir. Nasıl ki Türkan Saylan demir çarık demir asayla Anadolu’yu dolaştıysa Furuğ da 1960’ların İran’ında elinde kamerasıyla erkeklerin bile çekindiği bir alana girmiş, toplumun lanetlileri olarak görülen cüzzam hastalarını filme alarak “Ev Kara” belgeseliyle hem ulusal hem de uluslararası planda farkındalık yaratmıştır.

Biz kadınlar tarih boyunca ötelendik. Tarihin ilk “öteki”si kadınlardır bana göre. Erkek egemen otorite bizi ötekileştirerek neyi yapıp neyi yapamayacağımızı söyledi. Simone de Beauvoir gibi düşünürlerse çubuğu terse bükerek tarihsel gerçekleri hatırlattı . “Kadın doğulmaz kadın olunur” saptaması ona aittir. Kadınların erkekler üzerinden tarif edilen bir dünyanın ötekisi olduğunu, bu tarifin, bu kör görme biçiminin kadınlara yaşatılan baskının temelini oluşturduğunu ondan öğrendik.

Bu ülkede değişik faaliyet alanları üzerinden yukarıda belirttiğim baskılara, buna temel oluşturan söylemlere karşı çıkanlar oldu. Bedeli ne olursa olsun söylediler, eylediler. Söyleyip eyleyenlerden biri de ismi her aklıma düştüğünde saygıyla andığım eski CHP milletvekillerimizden Bahriye Üçok’tur. “İslam Devletlerinde Kadın Hükümdarlar” adlı çalışma ona aittir. Çok iyi bir ilahiyatçıydı. Erkek din adamlarının fetva verdiği bir alanla ilgili söz alıp görüş belirtmişti. Ancak bir ilahiyatçı da olsa nihayetinde bir kadındı; kadınlarla ilgili yorumunu duymaya tahammül edemeyenler tarafından öldürüldü. Küfür etmemişti, kadınlar başını örtemez de dememişti, sadece örtünmenin zorunlu olmadığını -çok iyi bildiği ilahiyat alanından yola çıkarak- dillendirmişti.

Hayatın her alanı kadınlar için zor, meşakkatli. İster bilim insanı olun, ister edebiyatçı, ister siyasetçi. Verili değer yargılarını sarsan her girişim erkek hegemonya alanını daraltan bir girişim olarak algılanır. Baş edebilmek kararlılık gerektirir. Mücadele edilen çoğu zaman şekli şemali belli fiziki iktidarlar değildir, insanın bazen farkında olmadan içselleştirdiği kadına karşı da mücadele etmesi gerekir. İsyan ya da itirazı insan önce kendisinde uygulamalı. Ne demişti şair Gülten Akın ünlü şiirinde: “Kestim kara saçlarımı”. Bence her ne yapacaksak yapalım, kendimizi hangi faaliyet üzerinden var edeceksek edelim, anahtar cümle budur. Bir kadın ancak “saçlarını keserek” töreden, kendisine dayatılan davranış kodlarından kurtulur, Beauvoir’in sözünü ettiği öğrenilmiş kadınlık hallerinden kurtularak özgürleşir.

Önce kadın vardı! Birçok dilde hayatı, doğumu, üretimi anlatan sözcükler kadın dolayımlıdır, kadından hareketle türetilmiştir. Bir zamanlar, ataerkil düzen tüm dünyaya egemen olmadan önce hayat kadındı. Mitoloji kahramanları, efsanelerdeki, masallardaki başat kahramanlar kadındı. Zamanla kadın, erkek egemen düzenin ihtiyaçlarına uygun olarak kapatıldı, eve hapsedildi, tarih içindeki konumları önemsizleştirildi, kadınlara ait anlatılar dilsizleştirildi, masalcı ninelerin yerini masalcı dedeler aldı.

Tam bu noktada “Masallar, mitler ve öyküler, vahşi doğanın arkasında bıraktığı patikayı seçip ayırt edebilmemiz için görme gücümüzü keskinleştiren kavrayış sağlar” diyen Clarissa P. Estes’e ve onun ülkemizde çok ses getiren “Kurtlarla Koşan Kadınlar” kitabına değinmem gerekiyor. Estes, çok yönlü biri; şair, psikanalist ve bir cantadora (Latin geleneğinde eski öyküleri toplayıp saklayan kişi.) Kadınların hayatını üstünü örten erkek hegemonyasının bütün hoyratlığına rağmen kadın direncinin, onun doğrudan hayata karşılık düşen hallerinin masallarda hâlâ ışıl ışıl parlayan güçlü kalıpları olduğuna inanan ve bunun açığa çıkarılması için ömrünü vermiş biri. Estes, kendi tabiriyle, “kadınların çocuklaştırıldığı ve mal muamelesi gördüğü” bir zamanın, II. Dünya savaşı sonrası kuşağının mensuplarından. Etkilerini doğrudan kendi üzerinde de gözlemlediği o dönemi, kitabın girişinde şöyle anlatır: “Çocuklarını istismar eden ana babalara “katı” denildiği; iliklerine kadar sömürülen kadınların ruhsal yaralanmalarına “sinir krizi adı verildiği; sımsıkı korselere sokulan, sımsıkı gemlenen ve sımsıkı dizginlenen kız ve kadınların “edepli”, “zarif” görüldüğü bir zamandı ve hayatın sayılı anlarında yakalarını kurtarmasını beceren diğer kadınlar ise “kötü” damgasını yediler.”

Zamanlar ne kadar çok birbirine benziyor değil mi? Sadece edepli / iffetli olmakla ilgili  talep edilen görüntü, “örtü” değişmiş görünüyor. Ancak umutluyuz, zerrece kaygımız yok çünkü hafızımızda, ruhumuzun derinliklerinde “neşeli günler”in şarkısı kayıtlı. Ölümün ve yaşamın ne olduğunu biliyoruz. Kendi başına işe girişmekten, kendini ortaya koymaktan, harekete geçmekten korkmayan, yolculuğa çıkmaktan çekinmeyen, otorite önünde sinmeyen, bedeli ne olursa olsun kendi hayatına sahip çıkan kadınlardan oluşan bir kadın hareketi var.

Bugün de yaşamın her alanında güçsüzleştirilmeye, etkisizleştirilmeye çalışılan bir kadın gerçekliğiyle karşı karşıyayız. Siyasetteki kadınlar da bu durumdan nasibini alıyorlar fazlasıyla. Sıklıkla ifade ettiğim gibi güçsüz kadın yoktur, güçsüzleştirilen kadın vardır. Ve bu günün egemen sistemi de kadınları güçsüzleştirme üzerinden kendini var ediyor. Ne zaman siyasette, yönetim kademelerinde, mecliste  kadın sayısının azlığından söz edilecek olsa aklıma yaşamın diğer alanlarındaki kadınların sayıca azlığı geliyor. Üst düzey kadın yöneticinin ortalama  %3’lerde olduğu, birçok meslek grubunda kadınların %10, iyimser bir rakamla %20 olduğunu düşünürsek, siyasette de biz kadınların azlığı şaşırtıcı olmuyor haliyle. Bu durum şaşırtıcı olmamakla birlikte kabul edilemez bir durum. Biz kadınlar, bu acı gerçekliğe karşı mücadeleyi büyüttükçe sonuç alacağımızı ve elbette değiştireceğimizi çok iyi biliyoruz. Ve yine biliyoruz ki kaderini değiştiren kadınlar, coğrafyalarının da kaderlerini değiştirme güçlerine sahipler.

Bu yazı aracılığıyla hemcinslerime seslenmek isterim. Asla güçsüz değilsiniz ve güçlü olduğunuzu hissettirebilecek en önemli unsurlardan biri ise örgütlenme. O nedenle bütün otoriter rejimler kadından, ama daha çok örgütlü kadından korkarlar. Sokakta, yaşamın her alanında ve elbette siyasette yılmadan, pes etmeden verilecek örgütlü kadın mücadelesi kadını ve geleceğimizi özgürleştirecek hususların başında geliyor.

Kendi hayatını seçmek, verili olanı, kendine dayatılanı reddederek yürüyebilmek! Bu sistemin güçsüzleştirdiği biz kadınlar için çok önemli!

Türkiye’nin ilk İlk kadın siyaset bilimci, akademisyen ve gazetecilerinden olan, 14 yaşındayken aldığı radikal bir kararla “kendi hayatını seçen” Prof. Dr. Nermin Abadan’ın sözleriyle bu yazıyı tamamlamak istiyorum. Unat, Cumhuriyet gazetesinden Tuğba Özer’le yaptığı söyleşide, gençlere ve kadınlara ne söylemek istersiniz sorusunu şu şekilde yanıtlamıştı:

“Dayanmak neye karşı olursa olsun… Ne kadar dayanırlarsa o kadar güçlü olurlar. Zaten kadınlar yaşam boyu dayanırlar. Çocuklarını büyütürken, kocalarına… Yılmak diye bir şey olmamalı. Ben yılmadım. Kadın olduğum için, erkekler iki defa profesörlüğümü engellemeye çalıştı. Ben dayandım, onlara kendi çalışmalarımı anlattım. İster özel ister kamusal hayatınızda sabretmek ama mücadele etmek lazım. Yalnızca sabredip öylece oturmak değil, ortaya çıkmak, protesto etmek.”

Son söz niyetine aktarmıştım sevgili hocamızın söylediklerini ama bir iki şey daha söylemem gerekiyor. Zaten kendisi de söyleşilerinden birinde “Hiçbir zaman son söz yoktur!” demişti.

Başa dönelim ve öyle bitirelim o zaman: Hayat önce kadındı!

Bu yalın gerçek -erkek egemen anlayış sahipleri ister kabul etsin ister etmesin- dünyanın en büyük, en dönüştürücü hakikatlerindendir:

Kadınlar vardır!

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: