Zor Zamanlarda Yerelde(n) İktidar Olmak

OSMAN SAVAŞKAN

Neoliberal ekonomi politikalarının yarattığı eşitsizliklerin ve toplumsal alanda artan kutuplaşmanın da etkisiyle birçok ülkede otoriter popülist hareketler yükselişe geçti. Bununla birlikte aynı dönemde önemli metropol kentlerin yönetimi için yapılan seçimleri ise merkezi hükümetlere alternatif olarak sol, sosyal demokrat, liberal partiler ya da bağımsız adaylar kazandı. Bu durum, yerel düzeyde yükselen yeni dalganın merkezi düzeydeki otoriter rejimlere ne ölçüde alternatif oluşturacağı ve olası demokrasiye geçiş için ne tür imkanlar yaratacağı üzerine tartışmaları beraberinde getirdi. Bu yazıda bu tartışmalardan yola çıkarak özellikle de sosyal demokrat ideoloji ve hareketler için yerel yönetimlerin önemini ve karşı karşıya olduğumuz demokrasi ve ekonomik krizlerden çıkış için taşıdığı potansiyeli tartışmaya çalışacağım.

Sosyal Demokrasi ve Yerel Yönetimler

Bilindiği üzere 1945 sonrasında, gelişmiş ülkelerde siyasetin şekillenmesinde başat rolü oynayan sosyal demokrat ideoloji ve bu ideolojinin taşıyıcısı olan siyasi partiler ulusal ölçekte sosyo-ekonomik ve bölgesel eşitsizlikleri önceliyordu. Bu dönemde yerel yönetimlerin işlevi de emeğin yeniden üretimini sağlayan toplu konut ve ulaşım gibi politikaları sağlamakla sınırlıydı. Yerel yönetimler bir nevi merkezi hükümetle hiyerarşik bir ilişki içerisinde ve kaynakları büyük ölçüde merkezi hükümetlerce karşılanan refah devleti politikalarının uygulayıcıları konumundaydılar.

1980’li yıllar ise yerel yönetimlerin merkezi hükümetlerin hiyerarşilerinden sıyrılarak idari ve mali açılardan özerkleşmelerine, yetki ve sorumluluklarını genişletmelerine tanık oldu. Yerel yönetimlerin merkezi yönetimden gelen kaynakları “özerklik” adı altında oldukça azaldı. Yerel yönetimler bir nevi kendi başlarının çaresine bakmak durumunda kaldılar. Bu durum yerel yönetimlerin öz kaynaklarını vergiler yoluyla artırmak ve istihdam başta olmak üzere yerel halkın çeşitli taleplerini karşılamak için sermaye gruplarına olan bağımlılığını oldukça artırdı. Bir başka deyişle, merkezi hükümetlerden giderek özerkleşen yerel yönetimler bu sefer de sermaye kesimleriyle bağımlılık ilişkisi kurmak durumunda kaldılar. Aynı dönemde neoliberal politikalarının da etkisiyle kentlerin ekonomik değerini ve kentsel rantını öne çıkarmaya yönelik sermaye gruplarının öncülüğünde kurulan ittifaklar yerel karar alma mekanizmalarında ön plana çıktılar. Yerel yönetimlerin işlevi de kentsel ekonomik gelişmeyi önceleyen toplumsal kesimler arasındaki ilişkileri bir nevi koordine etmek olarak görüldü. Bu kapsamda belediyelerin görevi “girişimci belediyecilik” ve “marka kentler” anlayışlarıyla da uyumlu olarak ittifakların işleyebilmesi için gerekli düzenlemeleri yapmaktan ibaret kaldı. Her ne kadar yerel düzeydeki sosyal demokrat iktidarlar refah devleti dönemi kazanımlarını olabildiğince korumaya ve devam ettirmeye çalışmış olsalar da öncelikleri yeniden dağıtım politikaları yerine hizmet, finans, inşaat gibi sektörlerde faaliyet gösteren sermaye gruplarının çıkarları doğrultusunda hareket etmek oldu. Böyle bir ortamda ABD’de Amazon’un yeni bir merkez ofisi kurmak için çağrıya çıkması ve bu çağrıya karşılık belediyelerin çeşitli teşviklerden oluşan tekliflerini Amazon’a sunmaları normal karşılanıyordu. Amazon, sürecin devamında belediye başkanları başta olmak üzere kent yöneticilerini tıpkı bir işe alım görüşmesi gibi mülakata da davet etmişti.

Yukarıda en kaba hatlarıyla özetlenen merkez-yerel yönetim ilişkileri ve yerel yönetimlerin değişen işlevleri elbette ki Türkiye, Kore, Hindistan, Brezilya, Meksika gibi geç sanayileşmiş ülkelerde farklı bir seyir izledi ve yerel yönetimler gelişmiş ülkelerdeki muadillerinin aksine ilk defa 1980 sonrasında önemli birer aktör olarak ortaya çıktılar. Geç sanayileşmiş ülke deneyimlerinde yerel yönetim reform süreçlerinde neoliberal ekonomi politikaları kadar ülkelerin demokratikleşme süreçleri, seçim siyaseti gibi siyasi faktörler de etkili oldu. Yerel yönetimler, tarihsel olarak merkezi devletlerin güçlü olduğu geç sanayileşmiş ülkelerde sadece sermaye grupları tarafından değil merkezi hükümetin sürdürmek istediği çeşitli denetim mekanizmaları tarafından da kıskaca alındı. Bu ülkelerde kamu ve sermaye çıkarları arasındaki çelişki kadar -belki de daha fazla- merkezi ve yerel yönetimler arasındaki müzakereler, çatışmalar ve çelişkiler ön plana çıktı.

Ekonomik, siyasi ve toplumsal alanlarda yaşanan bütün bu dönüşümlere rağmen sosyal demokrasi, arada Üçüncü Yol gibi arayışlar olsa da, ne teori/ideoloji olarak ne de uygulamada alternatif bir yerel yönetim politikası geliştiremedi. Bu durum hem gelişmiş hem de sosyal demokrasinin 1990’lı yıllarda giderek güç kazandığı geç sanayileşmiş ülkeler için rahatlıkla genelleştirilebilir. Yine de sol-sosyal demokrat belediyeler katılımcı mekanizmaların gelişiminde ve kimlik eksenli gelişen taleplerin karşılanmasında başarılı oldu. Küreselleşme süreçlerinden faydalanan ve bankacılık, sigortacılık, reklamcılık, mimarlık ve mühendislik gibi alanlarda çalışan toplumsal kesimlerin taleplerine göre şekillenen politikalar sosyal demokrat tabanı yerel düzeyde de orta sınıflaştırdı.
2008 Krizi ve Sonrası

Önce gelişmiş ülkelerde başlayan daha sonra giderek tüm dünyaya yayılan 2008 ekonomik krizi ise “kentsel bir kriz” haline dönüştü. Dünya bu ekonomik krize yeni bir kentleşme dalgasının içinde yakalandı. BM’nin verilerine göre 2000’li yılların ilk on yılında dünya tarihinde ilk defa kentsel nüfus kırsal nüfusu geçti. 2050 yılı itibariyle ise kentsel nüfusun dünya genelinde %70’e yükseleceği tahmin ediliyor. Artık dünya genelinde “kent çağında” yaşadığımız kolaylıkla iddia edilebilir. “Kent çağında” ekonomik krizin de etkisiyle yoksulluk, işsizlik, yeterli eğitim, sağlık, konut ve ulaşım imkanlarından mahrum olma ve çevre gibi sorunlar daha şiddetli bir şekilde yaşanmaya başladı. Karşılaşmaların ve farklılıkların bir arada özgürce yaşama potansiyelini kendi içinde barındıran kentler toplumsal kutuplaşmanın arttığı, yabancı karşıtlığının yoğun olduğu ve sosyo-ekonomik eşitsizliklerin görünür olduğu mekanlara dönüştüler.

Neoliberal ekonomi politikaların uygulamasından kaynaklı eşitsizlikler ve siyasal alanda artan otoriter uygulamalar dünya genelinde toplumsal hareketlerin yükselişine neden oldu. Bu toplumsal hareketler bazı ülkelerde ya siyasi partileşme süreçlerine girdiler ya da halihazırdaki siyasi partilerle iş birliği halinde önemli kazanımlar elde ettiler. Sosyal demokrasinin solundan sağ ve sol popülizme kadar uzanan ve kendilerini sistem dışı olarak gören bu hareketler Barselona ve Madrid’den ABD’nin Seattle, Mississippi gibi eyaletlerindeki bazı belediyelere, Roma’dan Prag’a kadar önemli kentlerde yerel düzeyde iktidara geldiler. Toplumsal muhalefet grupları, merkezi düzeyde otoriter-popülist rejimlere rağmen kurulan çeşitli ittifaklarla Orta Avrupa’nın Budapeşte, Varşova gibi önemli başkentlerinde ve kentlerinde yerel düzeyde iktidarı kazandılar. Bu listeye İstanbul, Paris, Berlin, Londra gibi sol-sosyal demokrat anlayışla yönetilen büyük metropolleri de eklemek gerekir.

Çok çeşitli ideolojilerden ve hareketlerden beslenen bu yönetimler neoliberal ekonomi politikalarına ve otoriter-popülist rejimlere alternatif üretmeye çalıştılar. Kendi aralarında da uluslararası dayanışmayı güçlendirme çabası içerisindeler. Oluşturdukları uluslararası dayanışma ağlarına örnek olarak, Barselona öncülüğünde kurulan Korkusuz Kentler Platformu (Fearless Cities), Orta Avrupa kentleri Prag, Varşova, Bratislava, Budapeşte belediye başkanlarının imzaladıkları Özgür Kentler Paktı (Pact of Free Cities) verilebilir. Bu belediyeler, BM ve AB’nin çeşitli kurumlarını da dayanışma için kullanıyorlar. Küresel ısınma, konut krizi, göçmenlik, işsizlik gibi can yakıcı sorunlarda uluslararası düzeyde iş birliği imkanlarının yolu merkezi düzeydeki içe kapanmacı otoriter rejimlere rağmen artıyor. ABD’de de Demokrat Partili bazı eyaletlerin Donald Trump’ın politikalarına karşı Paris Anlaşması’nda belirtilen hedefleri tutturmak için bir araya gelip taahhütte bulunduklarını da belirtelim.

Yeni Belediyecilik Dalgasının İmkanları ve Kısıtları

Yerelde yükselen bu yeni belediyecilik dalgasının otoriter-popülist rejimlere alternatif üretip üretemeyeceği ise hala belirsizliğini koruyor ve yerel düzeydeki seçim başarıları inişli çıkışlı bir seyir izliyor. Piyasa ekonomisine olan sonsuz güven, yaratmış olduğu eşitsizliklere rağmen hala devam ediyor. Otoriter rejimlere karşı muhalefeti oluşturan ve yerel düzeyde iktidara gelen bazı kesimlerin de zaten neoliberal ekonomiyle çok da dertlerinin olmadığı anlaşılıyor. Kentlerin şekillenmesinde sermaye gruplarının etkisi de sınırlanmış gözükmüyor. Bu şartlar altında sol-sosyal demokrat belediyeler yeniden dağıtım politikalarında istedikleri gibi ilerleme kaydedemiyorlar. Yerel yönetimlerin işleyişi üzerindeki yasal ve idari sınırlamaları da yerel yönetimlerin performanslarını değerlendirirken elbette göz önünde bulundurmak gerekebilir. Sadece Türkiye’de değil, örneğin Macaristan’da da Orban hükümeti gerek seçim sistemi ve bölgelerinde gerekse yerel yönetimlerin yetki ve sorumluluklarında önemli değişikliklere giderek yereldeki gücünü yeniden konsolide etmeye çalışıyor. Belediyelerin miras aldıkları kurumsal yapılar ve bürokratik işleyişler de dönüşümün hızını yavaşlatıyor. Bütün bu sorunlara rağmen sol-sosyal demokrat yerel yönetimler, refah devleti dönemini hatırlatır şekilde sosyal politika uygulamaları gerçekleştiriyor ve karar alma süreçlerindeki katılımcı mekanizmalarını işletiyorlar. Kentsel meselelerin giderek karmaşıklaşması sonucu yerel düzeyde giderek artan teknokratik anlayışa ve belediye başkanlarının giderek güçlenmesine karşı halkın yönetime katılım kanallarının güçlenmesi demokrasinin işlerliği açısından oldukça önemli hale geliyor. Enerji, su gibi temel altyapı hizmetleri, özelleştirme süreçlerinde yaşanan başarısızlıklardan dolayı yeniden belediyeleşiyor (re-municipalization), bir başka ifadeyle söylersek, kamulaştırılıyor. Yerel yönetimler politikalarını geliştirirken sosyo-ekonomik toplumsal dışlanmışlıkların yanı sıra toplumsal cinsiyet, cinsel yönelim, etnik kimlik ve ırk gibi diğer eşitsizlikleri de göz önünde tutuyor. İklim değişikliği ve ekolojik dengeyle ilgili diğer konular da sol-sosyal demokrat belediyelerin gündeminde yer alıyor. Katılımcı, toplumsal cinsiyete ve ekolojiye duyarlı bütçe uygulamaları artık olmazsa olmaz görülüyor.

Yerel iktidarların taşıyıcı örgütlerinin kurumsal devamlılıkları ise önemli bir konu olarak karşımızda duruyor. Kentsel toplumsal hareketler, demokrasiyi siyasi partilere ve seçimlere indirgeyen anlayışa karşı alternatif katılımcı ve çoğulcu pratikler geliştirerek meydan okuyorlar ve bu konuda başarılı olarak siyaset alanını olabildiğince genişletiyorlar. Siyasi partiler geniş bir toplumsal hareketin sadece bir parçası olarak görülüyor. Çoğu hareket de kendisini siyasi parti olarak görmüyor. Bütün bunlara rağmen eşitsizliklere ve otoriterleşmeye karşı “kendiliğinden başlayan” tepkilerdeki farklı talep ve çıkarların ortaklaşması, örgütlenmesi ve devamlılıkların sağlanması açısından siyasi partiler hala önemli roller oynayabilir. Aynı zamanda son otoriter dalganın yükselişi, temsili demokrasinin işleyişi için gerekli olan minimum koşulların bile ne kadar kırılgan olduğunu ve başta siyasi partiler ve seçimler gibi geleneksel görülen mekanizmalara sahip çıkılması gerekliliğini bize gösteriyor. Elbette siyasi partilerin de toplumsal hareketlere ve toplumun gençler, kadınlar gibi en dinamik kesimlerine yer açmaları şartıyla….

Türkiye’deki Durum

Türkiye’deki 2019 yerel seçimler ve devamındaki gelişmeleri de yukarıda tartıştığımız küresel yeni belediyecilik dalgasını göz önüne alarak tartışmak anlamlı olacaktır. Türkiye’nin 30 büyükşehir belediyesinin 11’i artık sosyal demokrat iddiasında olan kadrolarca yönetiliyor. Bu 11 büyükşehir Türkiye gayri safi milli hasılasının yüzde 60’ından fazlasını üretiyor. Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı illerde de her ne kadar son yıllarda artan kayyum uygulamaları nedeniyle kesintiye uğrasa da alternatif yerel yönetim deneyimleri bulunuyor. Başta İstanbul olmak üzere halihazırda sosyal demokrat kadrolar tarafından yönetilen belediyeler neredeyse ülke ölçeğindeki büyüklükleri ve nüfuslarıyla dünya için de önemli bir deneyim oluşturuyor. Siyasi parti teşkilatlarının yerel düzeyde güçlü olması Türkiye deneyimini daha da ilginç kılıyor. Türkiye’de siyasi partilerin kamusal hizmetlere ulaşmak, iş aramak ve kamu ihalelerini kazanmak için önemli bir ilişki ağları olarak işlediği biliniyor. Siyasi parti üyelerinin de yerel yönetimlerden bu tarz beklentiler içinde olduğu bir gerçek ve bu durum bazen belediyelerin işleyişinde önemli zorlukları ve kuraldışı uygulamaları beraberinde getiriyor. Bununla birlikte siyasi partilerin mahalleler düzeyine kadar inen örgütlülüğü, toplumsal hareketler ve sivil toplum inisiyatifleriyle iş birliği halinde yerelden başlayan dönüşümün merkezi düzeye taşınmasının da yolunu açabilir. Türkiye’de otoriterleşmeye ve polis şiddetine rağmen gençlik, kadın, LGBTİ+ hareketlerinin oldukça güçlendiğini belirtmekte yarar var. Örneğin, New York Times gibi prestijli bir uluslararası basın organının 2018’in 8 Mart Kadınlar Günü’nde İstanbul’da düzenlenen feminist gece yürüyüşünü fotoğraflarıyla manşetten okuyucularına duyurduğunu bir kez daha hatırlatalım.
Kent yoksullarına ulaşma çabaları, üniversite gençlerine yönelik yurt ve burs destekleri, sayıları giderek artan kreşler, devam eden metro projeleri, işsizlere yönelik mücadele araçlarının geliştirilmesi, temiz, ucuz ve güvenilir gıda için alınan inisiyatifler, katılımcı bütçe uygulamaları, kültür-sanat faaliyetlerine olabildiğince ucuz ulaşımın yaygınlaştırılması, merkezi birçok kentsel alanın rant yerine halkın kullanımına açılması Türkiye’de sol-sosyal demokrat yerel yönetimlerin iki yılı aşan deneyimde ortaya koydukları bazı önemli uygulamalar olarak ilk elden sıralanabilir. Ayrıca, bu belediyelerde istihdam edilen kadın ve genç sayısının giderek artıyor olması da takdirle karşılanmalı. Türkiye’nin iki yılı aşan deneyimi, kentlerin yeniden birer yaşam alanına dönüşmeleri yolunda uluslararası düzeyde iyi bir model olmaya doğru ilerliyor.

Demokrasiye Dönüş ve Yerel Yönetimler

Meksika gibi ülkeler üzerine yapılan akademik çalışmalar, yerel yönetimlerde iktidara gelen muhalif siyasi parti ve kadroların kamusal hizmet yürütme faaliyetlerinin ötesine geçerek yaşanan demokratikleşme süreçlerinin en önemli taşıyıcı aktörleri haline geldiklerini gösteriyor. Zira muhalefet yerelde merkezi hükümetin baskılarına rağmen önemli bir kaynağa ulaşıyor, yönetimde tecrübe ve görünürlük kazanıyor. Yerel yönetimler sayesinde muhalefet, kamusal hizmetleri merkezi iktidara göre daha iyi yapabildiklerini gösterme imkânı buluyor. Ama en önemlisi otoriter rejimlerin de kaybedebileceklerine dair inancı güçlendiriyor. Yereldeki başarılar diğer yerelliklere ve en sonunda da merkezi düzeydeki seçim başarılarına yansıyor.

Meksika’nın 1980’li yılların sonundan 2000’lerin başına kadar yaşadığı deneyim, günümüz dünyasının konjonktürü farklı olsa da otoriter-popülist rejimleri anlamak ve bu rejimlerle mücadele için önemli dersler içerebilir. Tekrar vurgulamak gerekirse gerek gelişmiş gerekse geç sanayileşmiş ülkelerde sol-sosyal demokrat kadrolarca yönetilen yerel yönetimler demokrasiye dönüşün en önemli taşıyıcı aktörleri olabilirler. Günümüz dünyasında ana akım siyasetin demokrasi ve otoriterlik ekseninde iki ayrı eksende ayrıştığı rahatlıkla söylenebilir. Bu durum farklı siyasi anlayışlar arasında ittifaklara da zemin hazırlıyor gibi görünüyor. Ancak, muhalefetin siyasi alternatifler kadar ekonomi kaynaklı eşitsizlere de çözüm üretecek politikaları öncelemesi aciliyet gerektiriyor. Teknolojideki ilerlemeler nedeniyle kapitalizmin artık yeterince iş yaratamayacak olması, başta yaşlanma olmak üzere önemi her geçen gün artan demografik değişiklikler, kentlerde en temel insan ihtiyaçlarından olan konuta, temiz ve güvenli gıdaya ulaşımda yaşanan zorluklar daha radikal bir gündemin elzem olduğunu bizlere gösteriyor. İnsanların ekonomik ihtiyaç ve beklentilerinin ötesine geçen, “biz” duygusunu yaratan ortak bir kimliğin inşası da önem kazanıyor. Zira, sosyolojinin Max Weber, Emile Durkheim gibi kurucularının belirttiği gibi, sadece ekonomik çıkarlara dayalı bir birlikteliği devam ettirmek oldukça zor görünüyor. “Biz” olmayı sağlayacak bağ(lar)ın ne olacağı sorusu ise hala cevap bekliyor.

Yazıyı Karl Polanyi’nin Büyük Dönüşüm: Çağımızın Siyasal ve Ekonomik Kökenleri adlı önemli eserinde yer alan faşizmle ilgili analiziyle bitirelim. Polanyi, bu önemli çalışmasında faşizm ve sosyalizm arasında ince bir çizgi olduğunu iddia eder. Nihayetinde her iki hareketin toplumsal tabanı büyük ölçüde ekonomik eşitsizliklerden beslenir. Ekonomik eşitsizliklerden kaynaklı biriken öfkenin nereye evrileceğini ise mevcut durumdaki siyasi tutumlar belirler. Polanyi’nin uyardığı gibi toplumsal hareketler her zaman “ilerici” olmak durumunda değildir ve toplumlar kendilerini hiç de ummadığımız şekilde korumaya kalkabilirler. Böyle bir ortamda sol, sosyal demokrat hareketler kadar neo-faşist, popülist hareketler de kendilerine taban bulabilirler ve otoriter-popülist rejimler var olan iktidarlarını yeniden üretme imkanına kavuşabilirler. Polanyi’nin analizi eşitsizlikleri ve yeni bir kolektif kimliğin inşasını önceleyen yeni bir siyaset yapma biçimine bizleri davet ediyor. Bunun yükü ve temel sorumluluğu da ağırlıklı olarak yerel yönetimlerin omuzlarında….

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: