Devlet ekonomi ilişkisi ve vergi sorunsalını yeniden değerlendirmek

BÜLENT KUŞOĞLU

Devlet ekonomide patron mu, oyuncu mu, hakem mi olmalı?

Devlet ekonomik hayatın tam olarak neresinde durmalı?

Bu sorulara cevap arayan iktisatçılar yüz yıllardır tartışıp, teoriler geliştirdiler. Ancak genel olarak kalkınmayı önceleyen kamucu devlet anlayışı, kaynakların doğru kullanılabilmesi için devletin ekonomide daha aktif rol oynaması gerektiğini savunurken, liberal bakış kamunun ekonomik faaliyet alanlarından mümkün olduğunca uzak durması gerektiğini savundu.

Adam Smith şöyle diyordu; “İnsan çıkarına dayalı ekonomik etkinlik bir görünmez el gibi piyasayı düzenleyebilir. Bu nedenle ekonomide devletin rolü minimum olmalı ki rekabet ve kar güdüsü toplumsal refahı maksimize edebilsin.” Bu liberal teori daha da ileri giderek, J.S. Mill ile “Bırakınız yapsınlar” noktasına kadar varmış ve devlet müdahalesini en aza indirerek özel müteşebbisin tam serbestleşmesini savunmuştu.

Ancak sonuçta, serbest piyasanın özellikle kriz ve buhran zamanlarında toplumsal faydayı maksimize edemediği acı tecrübelerle test edilmiş oldu. 1929 büyük buhranından çıkmak için devletin iktisadi hayatta daha etkin olması ve kamu harcamaları yoluyla arz yaratarak işsizliği çözmesi ana iktisat politikası olarak, J.M. Keynes tarafından önerildi.

İkinci dünya savaşından sonra devletin kamu harcamaları yoluyla baştan sona ekonominin dümenine geçtiği ve ülkelerin yaralarını kamu gücüyle sardığını gördük. Fakat 1970’lerden itibaren özellikle “Washington Mutabakatı” ile ABD öncülüğünde başlayan devletin müteşebbis kimliğinden vazgeçerek tam rekabet ortamını güçlendirecek kurallar koyan “hakem rolü” tekrar ön plana çıkarılmaya başlandı. 2008 yılındaki finansal krize kadar liberal ekonomi politikaları tüm dünyada hakim model oldu. Krizle birlikte serbest piyasa ekonomisinin sonuna gelindiği söylense de düzenleyici kurumların işlevselliği artırılarak aksaklıkların giderilebileceği savunuldu.

Tüm bunlar gelişmiş birkaç ekonomi için irdelenirken, gelişmekte olan ekonomilerin durumu spesifik olarak farklı bir şekilde değerlendirilmedi. Gelişmekte olan veya geri kalmış ülkelerle gelişmiş ülkeler arasındaki farklılıklar özellikle de gelişmekte olanların zorunlu olarak rezerv paraya duydukları ihtiyaç yani çift para kullanımları görmezden gelindi. Hâlbuki gelişmemiş ekonomilerdeki krizler daima rezerv paraya olan ihtiyaç nedeniyle çıkmıştı. Örneğin, bugün Türkiye’nin yaşadığı sürekli kriz durumu da ekonomide %73 seviyesine ulaşmış dolarizasyon bağlantılıdır.

Yine gelişmekte olan ülkeler için ihmal edilen bir etmen de gelişmiş ülkelerin kalkınmasında ve kalkınmanın sürdürülmesinde kamunun rolünün görmezlikten gelinmesi oldu.

KÜRESEL DENGESİZLİKLER ARTTI

Devletin en temel görevinin ne olduğu konusunda birçok ekonomist tarafından üzerinde uzlaşılan “kaynak tahsisi” işlevidir. Prensip olarak devlet kamusal mal ve hizmetlerin üretimi için şahısların servetlerine müdahale ederek kaynakları doğrudan tahsis edebilmektedir. Piyasa ekonomisinde yer alan bir devletin, yüksek kalitedeki bir kamu sektörü eliyle verimsiz harcamaları en aza indirerek piyasa ve toplum üzerindeki maliyetleri minimize etmesi beklenir. Bunu yapabilmek için de etkin bir harcama ve vergi sistemine de ihtiyaç vardır.

Devletin kaynak tahsisi şeklindeki temel rolüne bu yüzyılda “gelirin yeniden dağılımı” ile “kalkınma ve istihdamın sağlanması” rolleri de eklenmiştir. Özellikle gelirin yeniden dağılımı rolü maalesef tarafsız olarak uygulanamamaktadır. İktidarların veya nüfuz sahiplerinin ön yargılarından sıyrılarak ideal bir Gini katsayısı veya yoksulluk sınırı belirlenmesi çoğu kez mümkün olamamaktadır.

“Friedman dünyayı kurtarmak istiyor ben ise bunu anlamaya çalışıyorum” diyen Nobel ödüllü iktisatçı George Stigler; çıkar grupları ve diğer siyasi katılımcıların yasaları kendileri lehine şekillendirmek için hükümetin düzenleyici ve zorlayıcı yetkilerini kullanacağından hareketle hukuk ve ekonomi bağlantısına vurgu yapan iktisadi regülasyon teorisini geliştirmişti. Buna göre devlet yasaklayarak, finansal imkân sunarak ya da yükümlülük koyarak istediği sektörü destekleyebilir ya da baltalayabilir. Regülâsyonlar da meclisten çıktığına göre baskı grupları çıkarttıracağı yasalar yoluyla güçlü firmalar lehine piyasayı şekillendirebilirler. Bu noktada Stigler’in altı çizilmesi gereken bir iddiası da ekonomik regülasyonun bir diğer amacının rant yaratarak siyaset kurumunu beslemek olduğu yönündedir. Çözüm yolu; kuralların en kötü olasılığa dayalı olarak uzun vadeli planlanması ve şeffaf şekilde takip edilmesidir.

1929 Büyük Buhranı’nın ardından Keynes’in “müdahaleci devlet” anlayışı bütün dünyada önem kazanmaya başlamıştır. Devletin rolünü bizzat ekonomik hayatın patronu olarak konumlandıran Keynesyen iktisat politikaları 1970’li yılların sonlarına değin bütün dünyada uygulanmıştır. Bu politikaların sonucu olarak devletin ekonomideki işlevleri arttıkça devletler büyümüş ve akabinde bütçe açıkları, yüksek vergi yükü, enflasyon gibi ağır sorunlar ortaya çıkarmıştır. 1960’lı yıllar ve özellikle 1970’li yılların başlarından itibaren klasik liberalizmin temel ilkelerini savunan çağdaş liberal düşünce okulları akademik ve politik çevrelerde seslerini duyurmaya başlamıştır. 1970’li yıllarda dünyada ABD dahil olmak üzere ekonomik anlamda içinden çıkılmaz bir kaos yaşanmış ve böylece Keynesçi ekonomi modeli yerini “neoliberal” düşünceye bırakmak zorunda kalmıştır. Neoliberal düşünce, devletin piyasaya olan müdahalesini minumum düzeye indirmeyi ve (deregülasyon) kuralsızlık teorisi ile özel sermayeye her türlü imkânın sağlanmasını hedeflemektedir. Türkiye’de neoliberalizmin 12 Eylül 1980 askeri müdahalesinden önce 24 Ocak 1980 kararları ile uygulamaya konulduğunu görmek mümkündür.

FİNANS EKONOMİSİ ALDATMACASI VE SONUÇLARI

Devletin dışarıda tutulduğu serbest piyasa modelinde üretimden ziyade finans ekonomisinin başat rol oynadığını görüyoruz. Neoliberal ekonomi politikaları sonucunda dünya ekonomilerinin geldiği noktayı göstermek açısından iki hususun altı çizilebilir. Birincisi dünya küresel borç tutarı, ikincisi de küresel gelir ve servet eşitsizliği.

Uluslararası Finans Enstitüsü’nün (IIF) 2022 yılında yayınlanan “Küresel Borç Monitörü” raporuna göre, küresel borç tutarı 303 trilyon dolar ile 2021 yılında rekor seviyeye ulaştı. Küresel borç tutarının ülkelerin GSYH’sine oranı 2020 yılında %360’ın üzerine çıkarak rekor kırmıştı. Bu oran, toplam küresel hâsılanın 3,5 katına ulaşan bir borç miktarını işaret ediyor. Özellikle az gelişmiş ve gelişmekte olan ülkeler ve insanları borç yükü ve sarmalı karşısında derin krizlere ve yoksulluğa sürükleniyor.

World Inequality Lab tarafından paylaşılan Dünya Eşitsizlik Raporu’nun 2021 yılı sonuçlarına göre en tepedeki % 1, 1990’ların ortasından bu yana biriken tüm ek servetin % 38’ini, en alttaki % 50 ise bu birikimin sadece % 2’sini aldı.
Küresel en alt %50’lik kesim toplam gelirin %8’ini alıyor ve toplam servetin de sadece %2’sine sahip. Küresel ilk %10, toplam hane halkı servetinin %76’sına sahip ve 2021’de toplam gelirin %52’sini elinde bulunduruyor.

Türkiye’de durum nasıl diye baktığımızda; %10’luk en zengin kesimin ülkedeki toplam gelirin %54,5’luk kısmını, en yoksul %50’lik kesimin ise sadece %11,2’lik kısmını aldığını görüyoruz. En zengin %10’luk dilimde ortalama gelir 149.400 avroya ulaşırken en yoksul %50’de 6.500 avroya düşüyor. En yoksulların ortalama geliri, en zenginlerin 23’te 1’ine denk gelmekte.
Türkiye’de eşitsizlik daha çok servet konusunda derinleşmiş durumda. %10’luk en üst dilim, toplam servetin %67’sini elinde tutarken en yoksul %50’ye düşen pay ise sadece %4. Ortalama servet, %10’luk dilimde 263 Bin Avroya çıkarken en yoksul %50’de yer alan kişilerin ortalama serveti sadece 2,9 Bin Avro. En üst %10’luk dilimde kişi başına düşen servet, en yoksul %50’lik kesimin 91 katı.

Türkiye’de 1990-2005 arasında gelir eşitsizliği nispeten azalmıştı. Fakat iktidarın halkın alım gücünü artırmak yerine kendi elitlerini yaratarak kontrol alanını genişletmeyi tercih etmesiyle birlikte eşitsizlik, son 15 yıldır yeniden yükselişe geçti. En üst %10’luk dilimin gelirden aldığı pay 2005-2010 arasında %50’nin altına düşse de 2021’de %54’e ulaştığı görülüyor.
2008 krizi sonrası 10 yıllık dönemde iktidarın gerileyen ekonomik performansıyla Türkiye’nin orta gelir tuzağına düşmesi, 2018 kur krizi sonrasında ise alt ve orta sınıfların giderek yoksullaşması ve iktidara yakın-yandaş gruplara yapılan servet transferleri servet eşitsizliğini yeniden artırdı.
Diğer yandan OXFAM’ın bir araştırmasına göre dünyanın en zengin 8 kişisi, yeryüzünde yaşayan en fakir 3,6 milyar insan ile eşit miktarda servete sahip.
Görüleceği üzere, son 50 yılda Adam Smith’in “görünmez eli”, J.S.Mill’in “bırakınız yapsınları” ve George Stigler’in “kuralsızlık teorisi” (deregülasyonu) ile günümüze kadar hâkimiyetini sürdüren neoliberal politikalar ve onun ülke yönetimlerindeki temsilcileri ne dünyada ne Türkiye’de toplumsal faydayı maksimize edememiş bilakis derin yoksullaşmaya ve korkunç servet eşitsizliğine neden olmuştur.

Söz konusu adaletsizlikler dünya genelinde sürdürülemez bir sosyal ve ekonomik iklim yaratmıştır. Bu iklim yaşanan ekonomik krizlerin de temelinde yer almaktadır.

2008 finansal krizinden daha tam olarak çıkılamamışken milyonlarca insanın hayatını, işini, geleceğini kaybetmesine yol açan COVİD-19 pandemisi yeni bir dünya düzeninin kapısını araladı. Finansal kriz ve pandemi öncesine kadar dünyada çok uluslu şirketler ve küreselleşmenin baş döndürücü gücü sıklıkla dile getirilmekteydi. Neoliberal ekonomi politikaları karşısında devletçi-kamucu söylemde bulunmak adeta ayıplanır haldeydi.

PANDEMİ GERÇEKLERİ DAHA GÖRÜNÜR HALE GETİRDİ

Serbest girişimcilik ve piyasa ekonomisi sürekli arıza verir hale gelmiş ve 2008 finansal krizinde şirketler ve kişiler devlet tarafından kurtarılmak zorunda kalınmış olmasına rağmen durumun vahameti ancak pandemi dolayısıyla net olarak anlaşılır olmuştur.
Dünya ekonomilerinde devasa iş kayıpları ve arz sıkıntılarına yol açan ve insanların evlere hapsolmak zorunda kaldığı pandemiden çıkış sürecinde dünyadaki çoğu devlet ekonomik hayatın tüm sorumluluğunu üstüne alarak kurtarıcı rolüne soyundu. Devletler ardı ardına destek paketleri açıklayarak çalışma ve iş kayıplarını gidermek için harcama artırıcı tedbirlere başvurdular. Faiz indirimleri ve varlık alımları yoluyla mali genişlemeye giden hükümetler, teşvik paketleri aracılığıyla yardım ve hibeler dağıtıyor, batan şirketleri kurtarıyor ve piyasalara can simidi oluyorlardı. Nedense kriz zamanlarında özel sektör ve serbest piyasa adeta çuvallıyordu. İyi zamanlarda yaratılan servete büyük bir eşitsizlikle sahip olan liberal elitler, kötü zamanlarda ortadan kayboluyor ve kurtarıcı rolü her seferinde devletin kucağında kalıyordu.

Pandemide Türkiye’nin kayıpları da yüksek oldu. Devlet teşvik paketleriyle iş ve gelir kayıplarını telafi etmek ve gıda, sağlık gibi temel ihtiyaçları üstlenmek zorunda kaldı. Ancak ekonomisinin zayıf ve kırılgan hali nedeniyle pandemi sürecinde kendinden beklenen desteği tam olarak verebildiği söylenemez.

Türkiye son 20 yılda sahip olduğu iktisadi teşekkülleri özelleştirme kapsamında elinden çıkarmış ve devleti önemli ölçüde iktisadi hayatın dışına itmiştir. Serbest piyasa ekonomisinin gerektirdiği her türlü kararı sorgulamadan alarak küresel finans sisteminin çarkları arasında öğütülür hale gelmiştir. Sistemin yürümesi için her seferinde daha fazla borçlanmak ve daha çok faiz ödemek gerekmiştir. Finans ekonomisinin etkisi altında kalmış ve üretim alanlarından uzaklaşmıştır. Olan üretim de maalesef çarpık bir mimariye sahiptir. Türkiye’nin 2002 yılında 130 milyar dolar olan brüt dış borcu, %247 oranında artarak Mart 2022 itibariyle 451 milyar dolara yükselmiştir. Ancak, iç borç içerisindeki döviz yükümlülükleri de dikkate alındığında bu borcun 600 milyar doları aştığını görmezlikten gelemeyiz.
Son 19 yılda yapılan özelleştirmelerin toplam tutarı 62,7 milyar dolar. Devletin kamusal fayda taşımayan üretimdeki payını azaltacağız mantığıyla yapılan özelleştirmelerle bugün devletin çekildiği üretim alanlarında tüketici fiyatlarının 10 kat 20 kat arttığını görüyoruz. Kamunun üretimden çekildiği ve tam serbestiyle özel müteşebbise bıraktığı alanlarda bir süre sonra ithal bağımlısı ve sürekli yüksek cari açık veren ülke konumumuz iyice pekişmiştir.

Tüm bunlardan sonra ise maalesef Türkiye 0,401 Gini katsayısı ile gelirin en adaletsiz dağıtıldığı ülke konumunda bulunuyor.

VERGİ NEDEN NE KADAR VE KİMDEN ALINMALI SORUSU TEKRAR CEVAPLANMALI

Kamunun ekonomik ve sosyal işlevi tekrar ele alınıyor ve değişiyor ise vergi sorunsalı da tekrar değerlendirilmek durumunda değil mi?
Kamu harcamalarının kaynağı olan vergileme ne kadar adil?

Kamu harcamalarının kaynağı gerçekte vergi mi borçlanma mı?

Gelişmekte olan ülkeler için vergi mi yoksa kalkınma mı öncelikli olmalı?
Modern bir vergi sistemine sahip olmak ancak vergilendirmede adaleti sağlamakla mümkündür. Vergi sistemi içinde dolaylı ve dolaysız vergiler arasında makul bir denge kurulması gereği vergilendirmede adaletin sağlanması bakımından en çok dikkate alınan referanstır.

Dolaysız vergiler genellikle gelir ve servet üzerinden alınırken, dolaylı vergiler harcamalar üzerinden alınmaktadır. Dolaylı vergiler; işlem vergisi, tüketim vergisi, gider vergisi v.b. adlarla karşımıza çıkmakta, halk arasında ise daha çok KDV ve ÖTV olarak bilinmektedir. Satın alma veya işlem anında doğmakta ve vergi yükü nihai tüketicinin üstünde kalmaktadır. Dolaysız vergiler mali güce göre alınırken dolaylı vergiler herkesten eşit oran veya miktarda alınmaktadır. Örneğin bir mal üzerinde %18 KDV ve %82 ÖTV varsa, bu vergi yükünü şahsi geliri bin lira olan da bir milyon lira olan da aynı oranda ödemek durumundadır. Bu nedenle, dolaylı vergiler son derece adaletsiz kabul edilir.

Sağlıklı bir vergi sistemine sahip olmayan ve bu nedenle de kayıt dışılığın yüksek olduğu gelişmekte olan ülkelerde toplam vergi gelirleri içinde genellikle dolaylı vergilerin payı yüksektir. Bu durum ise zaten bozuk olan gelir dağılımının yoksul halk kesimleri aleyhine daha da bozulması sonucunu doğurmaktadır. Türkiye’de 1998 yılında dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı %56 iken 2021 sonu itibariyle %65 civarındadır. Aynı şekilde dolaysız vergilerin payı ise %44’ten %33’e düşmüştür. Bu durum vergi sistemimizin son derece adaletsiz olduğunu göstermektedir. Gelişmiş ülkelere bakıldığında dolaylı vergi oranının % 50’den daha düşük olduğu görülmektedir.

Yukarıda belirttiğimiz hususlar ülkemizde de neoliberal ekonomi politikalarının toplumsal faydayı sağlama bakımından iyi sonuçlar vermediğini ve hem adaletsiz hem de sürdürülemez bir ekonomik iklim yarattığını göstermektedir.

Durum bu olduğuna göre, her türlü kriz ortamında sürekli teşvik ve yapılandırma paketleriyle kurtarılmak zorunda kalınan özel sektör girişimcilik gücünü elinde tutmalı mı? Bu güç kamuya mı devredilmeli? Kamuya hangi oranda ve koşullarda devredilmeli?

Özellike vergi ve kalkınma için eğitim, sağlık, tarım ve ARGE alanlarında yeni bir anlayışa ihtiyaç yok mu?

Dünyanın en derin ve ciddi sorunu olan yenilenebilir enerji ve yeşil ekonomi konularında serbest pazarı tek yetkili kılmayı kabul diyor muyuz? Etmiyorsak nasıl bir politika uygulayacağız ve vergiler bu konuda nasıl etkili kılınacak?

KURALLAR DEĞİŞTİ, DÜZEN DEĞİŞİYOR FARKINDA OLMAK GEREK

Son krizlerden ve özellikle Rusya-Ukrayna Savaşından sonra küresel yeni ticaret savaşlarının başladığını ve yeni bir dünya düzeni arayışı olduğunu görüyoruz. ABD ve Çin arasındaki küresel hâkimiyet mücadelesi her alanı etkiliyor, belirsizlikleri artırıyor. Uluslararası tehditler arttıkça devletler kendi endüstrilerini geliştirmek, gümrük duvarlarını yükseltmek, istihdamı korumak ve yeni iş alanları yaratmak gibi yükleri üstlenmeye başladılar. Açık serbest dünya ticaretinin zora girdiği bir iklimle karşı karşıyayız.

Güçlü ve kalifiye bir devlet ekonomiye el atmalı ve tehditleri bertaraf edecek kamu-özel sektör koordinasyonunu sağlamalıdır.

Son üç krizde ciddi başarısızlığa uğramış olan özel sektör girişimcilik yetkisine kamusal regülasyon gerektiği açıktır.

Gelişmiş ekonomiler asla kamu desteğinden vazgeçmiş değillerdir, gelişmekte olan ekonomiler de kesinlikle aldanmamalıdırlar.

Devletin ekonomik aktivitenin içinde etkili bir otorite olarak yeniden rol alması sermaye kontrollerinin görünen görünmeyen bazı formlarda devreye girmesine neden olabilecektir. Dünyada bu yönde atılmaya başlanan adımlar, pandemi sonrasında yaşanan arz yönlü kısıtlamalar hızla çözülmediği sürece liberal ve kural bazlı küresel ticareti ciddi anlamda daraltmaya devam edecektir.

Neoliberal model geride kaldıkça da kamuyu ekonomide daha çok görmek durumunda kalacağız.

Ancak, Türkiye kamusal güce yeniden açılacak Keynesyen dünya düzeninin sunacağı fırsatları iyi kullanabilecek mi?

Kaynaklarını üretken kesimlere mi aktaracak yoksa siyasal iktidarın yarattığı bir yandaş zümreye aktarmaya devam mı edecek?

Tekrar etme pahasına altını çizmek gerekirse, dünyanın az gelişmiş ülkelerine benzer şekilde; Türkiye’de en zenginlerle en yoksullar arasında; ortalama gelirde 23 kat, kişi başına düşen servette ise 91 kat fark oluşmuş durumdadır.

Bu müthiş adaletsiz dağılıma rağmen Mariana Mazzucato’dan yola çıkarak; “Serbest piyasa meşrulaştırdığı sürece tüm gelirler mübah ve gelir bölüşümü adaletli” mi diyeceğiz, yoksa devletin ekonomide artacak ağırlığını fırsata dönüştürüp yeni kurulacak birey-toplum-devlet ilişkisi düzeninde daha adil bir bölüşüm için gasp edenleri durduracak mıyız?
Yine asla ihmal etmememiz gereken bir gerçek Mazzucato’nun “Size ne anlatılırsa anlatılsın, İphone’dan Google arama motoruna kadar dünyanın en popüler ürünlerini özel şirketlerin değil, vergi mükelleflerinin finanse ettiği gerçeğini unutmayın” sözünün hakikati değil midir?

Sonuç olarak, devlet ekonomi ilişkisini kurmak kaçınılmaz görünüyor ancak, nasıl bir ilişki sorusunun da daha çok tartışılacağı su götürmez bir gerçek.

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Twitter resmi

Twitter hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s

%d blogcu bunu beğendi: